28 Aralık 2012 Cuma

23 Kasım 2012 Cuma

The Smiths - Last Night I Dreamt That Somebody Loved Me

Last night I dreamt
That somebody loved me
No hope, no harm
Just another false alarm




29 Ekim 2012 Pazartesi

kadın poposu güzeldir, erkeğinki popodur işte


estetiktir kadın poposu. fakat en az erkeğinki kadar. güzeldir kadın göğsü, fakat en az erkeğinki kadar. kadın bedeni güzeldir. erkeğinki güzeldir de, güzel olmak kadının tekelindedir. çiçek güzel olabilir, böcek güzel olabilir de erkek güzel olamaz. tanımlamadan kaybeder erkek. isimlendirmeden. az üç kağıtçı da değildir hani. oysa bu fotoğrafta, pozisyon gereği, bacağını açan kadın olması gerekirdi. ama o zaman estetik olan kadın poposu yerine erkeğinkine bakıyor olurduk. olaydı. ne vardı? çok daha protest, çok daha anlamlı olmaz mıydı? peace. make love not war a daha uygun olurdu sanki.

14 Eylül 2012 Cuma

labirent

yasami, yasadiklarimi, hissettiklerimi, karsimdakinin hissettiklerini sorgularken labirentin icinde buluyorum kendimi. kos kos kos, ne peynir var ne cikis. hic de olmadi belki de.. don dolas.. tekrar ayni nokta.. kosarken durup yol ayriminda duvara cizik atiyorum, bir daha ayni noktaya gelirsem ki gelecegim gibi duruyor, diger tarafa yoneleyim diyorum. tam da dusundugum gibi oluyor, ayni noktada buluyorum bir sure sonra kendimi. hah diyorum, simdi su taraftan gidersem isigi gorebilirim. nafile. kos kos kos, yine ayni cizik. ic sikintisi. ama kosmasam, denemesem nolcak? pes etsem, durup o cizigin altinda yitip gitsem ne olacak? umut iste benimkisi. zaman geciriyorum olesiye.
belki bunu kabullenmeliyim. duvardaki cizgilere dikkat ederek iskence ediyorum kendime. ruhsal tecavuz kacinilmaz demeliyim, kosmaktan zevk almaliyim. baska hicbir seyi onemsemeden.. hatta labirentte oldugumu bile unutup, ilerledigmi dusunebilirim.
ama once bir muddet cizigin altinda beklesem fena olmayacak. tolganin sesini duyuyorum. labirentin baska bir kisminda, aynen benim durumumda. o da kosturup duruyor. sanirim o da duvarlara cizik atarak ilerliyor. arada bir haydaa diye bagirdigini duyuyorum. isin garibi o beni duymuyor. burada bekleyebilirim ama. ben her seferinde bu noktaya geliyorsam, o da kesin gelecektir. peki ya gelmezse? ya da ne kadar beklemeliyim? durup bekledigim her dakika duvarlar ustume ustume geliyor. kosarken en azindan yere bakiyordum, farkli bir noktadayim diye seviniyordum bazen. boyle dusunmemeliyim. umutsuzluk yine bu. gelecek. birlikte kosacagiz, cikis yolu olmadigini bilerek kosacagiz. arada sarilacagiz birbirimize. iyi ki varsin, iyi ki geldin diyecegiz. sonra yine.. cizigi eglenceye bile donusturebiliriz. cizigin altina her geldigimizde seviselim mi tolga? bence super fikir. arada el ele tutusuruz, arada tolga elini omuzuma koyar. ritmimiz yavasladi, neden ki falan deriz. minik seylerle egleniriz. zaman cok daha guzel gecer.
evet evet. burada durup tolgayi bekleyecegim. gelecektir. gelmeli. gel..

24 Ağustos 2012 Cuma

kadıköy-kartal metrosu açılmış


başını kablosuz ağlarla sıkıştırdık, adam yine de kapıyla sevişirken halay çekebiliyor arkadaş! utansın diye her yere yapıştırdık bunları, oklarla da gösterdik. biz de enteresan mıyız neyiz? kapıları mı kapamasak? "bu adam napıyor" diye sor
salar nasıl açıklayacağız? aman neyse, şimdilik böyle afişe edelim bu utanmaz arlanmazı da, soran olursa dikkat mikkat, uyarı muyarı, bir şey sallarız. hem biz niye enteresan olalım canım? adamın kendisi enteresan. pis adam.

20 Ağustos 2012 Pazartesi

8 Ağustos 2012 Çarşamba

A vacation is a countdown, T minus your life and counting...


bu metini corey taylor okusaymış olurmuş. yıllar öncesinde dinlediğim ve ara ara tekrar dinleme isteği duyduğum stone sour - omega'yı hatırlattı bana.



bu metin vesilesiyle, banksy'e selam edelim. yıllardır graffitilerinin resimleri orada burada paylaşılır da pek az insan bunların banksy'nin olduğunu bilir. hoş belki de değildir. yanlış hatırlamıyorsam graffitilerinin kalıplartını sitesinde yayınlıyordu. ve belki de bu tanınmazlık, tam da banksy'nin istediği şeydir. ailesi bile kendisinin banksy olduğunu bilmiyormuş, banksy'nin yalancısıyım; ressam ya da dekoratör sanıyorlarmış. neyse, google, search, banksy, images. tavsiye ederim.
reklam konusuna gelince. bu aralar çevremdeki reklamcıların sayısı çoğaldı. şunu fark ettim ki, reklamcıların reklama bakışı benimkinden çok daha sert. bulundukları yer, yaptıkları iş, insanları etkileme yöntemleri çoğunu beni rahatsız ettiğinden çok daha fazla rahatsız ediyor. yine de yapıyorlar evet. ama bu sistemde ayakta durmaya çalışıyorlar. tasarımcılar, metin yazarları, senaristler, hepsi kreatif insan olmanın acısını çekiyorlar. banksy'nin metnindeki "advertisers"ı o nedenle sorunlu buluyorum. reklam verenlerle, reklamı yapan, sistem işçileri metinde karışmış durumda. oysa onlar ne kadar sisteme hizmet ediyorsa, biz de, işimiz ne olursa olsun, o kadar ediyoruz. peki sinirliyiz, öfkeliyiz, gerçekten de haklar konusunda hiç adalet yok, ama hangi konuda adil ki şuanki sistem? telif haklarına karşı çıkmak bu yüzden bana devasa bir pastanın, bir kişilik porsiyonu gibi geliyor. anarşizmse desteklediğimiz, banksy'nin yaptığı gibi, işçi partisini desteklemekle ve işçi partisine seçimlerden önce bağışta bulunarak olacağını düşünmüyorum. ama anarşizm değil daha çok sosyalizm sanırım ünlü graffitici banksy'nin politik görüşü. saygılarımı sunarım kendisine. tekrar selamlar.

24 Temmuz 2012 Salı

Adopting Sarah's heart was never gonna be easy

çok güzel bir kare ama bu! 

o zaman sizden bana gelsin bu :)

what goes around, comes around..



kozmik şakacının (trickster) oyunu bunlar. her şey dönüp dolaşıp yine bana geliyor. özne konumundan nesne konumuna, nesneden özneye geçip duruyorum. şunun çok farkındayım, you can't trick a trickster. şimdi her şey aksın, gitsin, sorunsuz olsun istiyorum. zamanında yaptığım tripler geliyor karşıma. çözülüyor hepsi. problem değil, her şey çözülür, yeterince emek ve istekle. kozmik şakacının oyununa gelmemem gerekiyor. pes etmemeliyim. etmiyorum. etmeyeceğim. ama korkuyorum. yaptığım her şey başıma gelmesinden korkuyorum. kaldıramayabilirim. hele de bencilliğimi hala tam olarak atamamışken, hiç kaldırabileceğimi sanmıyorum. ama korkunun ecele faydası yok. gelecekse gelecek, olacaksa olacak, şuan bunu düşünmek yersiz ve zamansız. biliyorum. ama öngörü endişe verici. telkin bazen kesmiyor. yine de, kozmik şakacı, rahat bırak beni. başkalarıyla uğraş, benimle uğraştığın yeter. her şey rahat rahat aksın, çomak sokma, girme araya.

6 Temmuz 2012 Cuma

17 Haziran 2012 Pazar

recently my favourite pages


yep, tolga messaged me. keep messaging me tolga :p

Tool - The Pot

14 Haziran 2012 Perşembe

13 Haziran 2012 Çarşamba

hof ya!

ışığıma dadanan ne idüğü belirsiz böcekler, çıkın gidin evimden, çıkın gidin hayatımdan! hof ya!



nasıl bir yazı oldu bu be? hahah

bir zamanlar aynada gözlerimin içine bakıp ağlıyordum. niye ağladığımı o zaman da biliyordum, şimdi de biliyorum. herkes ne kadar güçlü bir insan olduğumu söylerken, ne kadar güçsüz ve çaresiz olduğumu ben kendi gözlerimde görüyordum. en kötüsü de bu. farkındalık. ignorance is bliss oysa ki. bilmesem, gaza gelsem, ne kadar aslan kaplan başak olurdum. şimdi burcum aslan yükselenim başak diyorlar. yarı aslan yarı başak. başak bakışları, dişi aslan itaatkarlığı. evet avı ben yakaladım, çok da güçlüyüm, ama gel buyur erkek aslan, önce sen ye. erkek aslan burada güçlü olan. her kimin elindeyse güç o anda. avı yakalayabilmenin ve korkutucu olduğunu bilmenin güzel bir tarafı var elbette. ama ya sonrası? ne ihtiyacı var halbuki dişi aslanın erkek aslana? üremek istemeyen dişi aslan var mıdır acaba? soyu tükenene kadar baş kaldıran? asosyal dişi aslan?
ev arıyorum şimdi. duvarlar üstüme üstüme geliyor. bi ev olsa, hiç duvarı olmasa. 60m2, ben eşyalarla ayırsam tüm alanı. sims gibi. ev arıyorum şimdi ya. sokaklar üstüme üstüme geliyor. üst kattaki teyze, karşı kaldırımda oynayan çocuk, evi gösteren emlakçı, yoldan geçen adam. sizinle mi muhattap olcam ben diyorum. olmak istemiyorum. hiçbiri hayatımda olsun istemiyorum. evi de internetten tutsak ya, her şey elektronik artık. sims mi oldu yine ne? ev beğensen, içine girsen. ne emlakçısı ne üst kattaki teyzesi olsa. ne müthiş bir şey olur.
of hayat ne kadar sıkıyorsun canımı. olmasan hiç hayatımda hayat keşke. ya da hayat lan allahsız, bana ev bul yarın! ertesi gün taşınayım. yatacak minderimi götürsem yeter. biliyorum şimdi umutsuzluğa kapılıyorum ya, iyice süründürürsün beni. ama artık ya bit ya git ya güzelleş.
hikaye anlatmayayım artık sana. küçük bir kız varmış, başına şunlar bunlar gelmiş de kız 30 yaşına gelmiş, küçüklükten bir türlü kurtulamamış diye. hayat! ya da yaşam! her neyse adın artık, silkelen ve kendine gel artık lütfen.
ben artık yarı ondan yarı bundan olmak istemiyorum. iyi davran bana. hadi canım, hadi güzelim. bak artık aynada gözlerimin içine de bakmıyorum. aynaya bile bakmıyorum be!
yeni dünyaya buralarda malta eriği diyorlar ya. ne enteresan. ne simgesel bişi aslında yeni dünya. neler neler anlatıyor insana. cennet meyvesine de hurma diyorlar buralarda. bir elimde cennet meyvesi bir elimde yeni dünya olsun istiyorum. turuncuya boğulmak istiyorum. ayrıca bana bütün çürük yeni dünyaları veren sebzeciye de uyuzum. başına yeni dünya düşsün sebzeci! adamın her seferinde aynı boku yiyeceğini biliyorum ama uslanmıyorum. zaten bu gidişle pek yaşamayacak dükkanı. artık yeni dünyalarla savaşırız sebzecii! haha kafana yeni dünya atan ben olurum. nasıl bir kafaysa seninkisi. şuan bura olsan gözlerine yerleştirebilirdim bu çürük yeni dünyaları. neyse sebzeci, benim problemim senle değil, kendimle. sen sebzeci bile olmayı başaramamış bir sebzecisin en nihayetinde. azimle çürük meyvelerini kakalıyorsun. tebrik etmek lazım seni. sebzeci, seni tebrik ediyorum. küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinde öpüyorum. sen de az büyük çakal değilsin ama, seni sadece selamlıyor, başarıların devamını diliyorum.
dünyanın bütün çakallarını diyorum, bütün çakallarını getirin buraya. öğrencilerimi getirin, kaya diplerinde açmış çoçuklara benzer, bütün köy sebzecilerini getirin buraya, son bir ders vereceğim onlara. gözlerine yeni dünya yerleştireceğim. getirin diyorum! hasta bir insanım ben. aslan mıyım başak mıyım neysem artık.
ben bu yazdıklarımı sabah bir okuyayım. sanki çok anlamsız oldu gibi ya, gün ola hayrola. allahım sen soktun sen çıkar diyorum. hahah sen soktun sen çıkar ne ya. ne biçim konuşuyor bu allaha sığınanlar allahla. neyse soktuysan çıkarmasını bileceksin allahım. zira sen her şeyi bilen, her şeyi görensin. hadi diyelim karanlık, göremiyorsun. ama biliyorsundur. bu senin meziyetin. onu bunu da aşar sendeki bu meziyet. hadi sana inanıyoruz, sana güveniyoruz. haha
neyse duygusal bişi yazmaya başlamıştım, bak nerelere geldi. allahım sen buralara geleceğini biliyordun di mi? irade mirade yiyeceksin beni şimdi de sende ki de ne mideymiş be arkadaş.
neyse hadi uyuyorum ben. bunu da biliyordun di mi? haha bilirsin tabi, saat olmuş 12bucuk, uykumun geldiini herkes bilir. hadi gidiyorum. haha bunu da mı biliyordun? yok artık ya. hem de ben uyucam falan dedikten sonra, gideceğimi biliyordun. çok alemsin. alemlerin hakimisin ondan mı acaba? haha benim sana sorularım bitmez. aa bunu da biliyordun ama di mi? tamam tamam. hadi. seni sevenlerinle yalnız bırakıyorum. ya ben karıncaların tanrısı mı olsam? bi iki ateş mateş yakıp etkileyebilirim bence onları. hm tapındıklarını nasıl anlayacağım ki? ya o nasıl bişidir çok affedersin, tapınsın bana küçük küçük yaratıklar. neyse bu allahın işine akıl sır ermez dedikleri bu galiba.

5 Haziran 2012 Salı

2 Haziran 2012 Cumartesi

cheers



[Whooooooo hoooh]

It don't matter, where you turn
Gonna survive, you live and learn.
I've been thinking about you, baby.

By the light of dawn,
And midnight blue ... day and night ... I've been missing you.
I've been thinking about you, baby.
Almost makes me crazy,
Come and live with me.


Either way, win or lose,
When you're born into trouble,
You live the blues,
I've been thinking about you, baby.
See: it almost makes me crazy.

Child, nothing's right if you ain't here
I'd give all that I have, just to keep you near
I wrote you a letter, and tried to make it clear,
But you just don't believe that I'm sincere.
I've been thinking about you, baby.
(woohoooo hoooo)

Plans and schemes, hopes and fears,
Dreams I've denied for all these years
I, I've been thinking about you, baby
Living with me, wow.

I've been thinking about you, baby
Makes me wanna [hoooo, hoooo, hoooo, hoooo]
Yeah, yeah, yeah.

Child, nothing's right, if you ain't here
I'd give all that I have, just to keep you near.
I wrote you a letter, darling, tried to make it clear,
But you just don't believe that I'm sincere.

I've been thinking about you, baby
I want you to live with me, wow
I've been thinking about you, baby
I want you to live with me.

sev-mee-e-e-ee beni bu kadar

behzat ç. hiç bitmese.. hayat bayram olsa..

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Damien Rice - Volcano


Don't hold yourself like that
cause You'll hurt your knees
well I kissed your mouth, and back
But that's all I need
Don't build your world around 
Volcanoes melt you down

And What I am to you is not real
What I am to you, you do not need
What I am to you is not what you mean to me
You give me miles and miles of mountains
And I'll ask for the sea

Don't throw yourself like that
In front of me
I kissed your mouth, your back
Is that all you need?
Don't drag my love around 
Volcanoes melt me down

What I am to you is not real
What I am to you, you do not need
What I am to you is not what you mean to me
You give me miles and miles of mountains
And I'll ask 
What I give to you is just what I'm going through
This is nothing new, no, no just another phase of finding 
what I really need is what makes me bleed
But like a new disease, Lord, she's still too young to treat
Volcanoes melt you down
She's still too young +what iam to you+you do not need+is not real
I kissed your mouth
You do not need me

24 Mayıs 2012 Perşembe

gün günden..

gün günden güzel olacak.. güneş girecek gözlerime.. gözümün içine, ta derinliklerine buyur edeceğim insanları.. tanrı misafiri diyeceğim, sevgimi, mutluluğumu paylaşacağım onlarla.. içimi karartacakları zaman, yüzüm güneşe dönük olacak.. silecek bütün karaltıları.. onlar da sonunda, içimde aydınlanacaklar.. başkaları da onların içlerinde.. herkesin gözü parlayacak.. kötüyle iyi savaşmaktan vazgeçecek.. herkes bir olacak.. herkes bütün.. şeytanla dost olacağız, tanrıyla arkadaş.. tanrı da şeytan da benim gibi, yalnızlıktan kurtulmuş olacak.. tanri da mutlu olacak.. beni görüp.. gün gelecek, gün günden güzel olacak.. bir parça ben olacağım içinizde.. bir parça güneş büyüyecek içimde.. bir parça ben büyüyeceğim tanrının içinde.. gün günden güzel, günden gün olacak..

22 Mayıs 2012 Salı

15 Mayıs 2012 Salı

terk edile edile terk edilmeye alisiyor mudur acaba insan? kilit isimler, roller gidince deger verdigi herkesin de bir zaman sonra benzer sekilde gidecegi mi dusunuyordur? ve hayatin minik suprizleriyle aynada kendine bakip ben biliyordum zaten bunun boyle olacagini mi diyordur, hafif bir gulumseme ve  sessiz sessiz gelen gozyaslari ile birlikte? oysa,  belki tum gidislerin suclusu kendisidir, kendisi hazirliyordur bunun zeminini. olacagina inanirsan ve yeterince caba gosterirsen her sey olur derler. bu da oyle bir sey midir acaba terk edilmeye alismak zorunda birakilan insan icin? evet evet. insan her seye alisir, her seyi unutur. buna da alisir. ama insan ayni zamanda savunma mekanizmalari da gelistirir. hm terk edilmeden terk etmek?

2 Mayıs 2012 Çarşamba

26 Nisan 2012 Perşembe

sana, bana, ona, buna..


"60 Miles An Hour"
I don't know if I told you, but I'm seeking sanctuary
You'll never guess the things that I do
I'll have the devil round for tea
Don't you know that I'm here beside you
Can't you see that I can't relax
When I saw you in my rearview
You could've stopped me in my tracks

I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to

You can take me to an island, ride across the stormy sea
We can worship pagan idols, there together you and me
Why don't you run over here and rescue me?
You can drive down in your car
Why don't we both take a ride and turn that key
We'll drive at 60 miles an hour

I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to

I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to

I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to

I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to

bilesin

sigara ve alkolden dilim uyuştu sanırım. yoksa dil uyuşması başka bir şeye mi delalet ediyordu? her neyse, zaten artık her kimin rüyasıysa bu bitsin. yoksa sana söylüyorum, rüyaya dalan kişi, kabusun olma yolundayım, bilesin! sıçrayıp uyanma vaktin geldi de geçiyor. rem uykusu falan yalan, neredeyse 29 yıllık bir rüya bu. yedi uyayanlardan mısın arkadaşım?! bu ne uykuymuş. bir de nasıl bir hayalgücüymüş seninkisi?! mutlu eder gibi yap ama mutlu olmasın, her şey iyi gider gibi olsun ama iyi gitmesin, ortada bir problem yokmuş gibi olsun ama ben burada depresyona gireyim. bu nasıl iştir ben anlamadım. ben sensem, böyle saçma sapan bir rüyayı neden gördüğünü, nasıl bir katarsis yaşadığını da çözüyor olmam gerekmiyor muydu?! yok ama, null. uğraşmıyorum da ne derdin olursa olsun. bittim. artık kabusunum, benden söylemesi!

25 Nisan 2012 Çarşamba

Parçaya/Bütüne ama Aslında Hiçbir Şeye Dair

31.03.2008, MSÜ, Sinema dersi vize ödevim

Parçaların bağlantısını kuramıyorum. Bütüne dair edecek büyük laflarım yok. Sayfaları karıştırıyorum, internet sitelerinde dolaşıyorum, tekrar tekrar filmi izliyorum; bir harften, bir kelimeden medet umuyorum. Kafamda şimşekler çaktıracak, zihnimin hiç de boş bir levha olmadığını bana kanıtlayacak, “eureka!” diye bağırmama sebep olabilecek, tek bir kare, tek bir kelime, tek bir harf.. Ama nafile.. “Bir başlangıç cümlem olsa” gerisi gelir diyorum.  Ya da öyle olmasını umut ediyorum. “Horatius bana söylemiştir o lafı, evet” diyorum; “başlamak, yarı bitirmektir”.  Yelkovanı geçtim de akrebin bu acelesini kavrayamıyorum. Umudumu da yavaş yavaş kaybediyorum sanırım. İlkin, hala başlayamadım. İkincisi de, biliyorum ki başladığım şeyler genelde bitmiyor. Ben bitirmiş gibi yapıyorum, onlar bitirilmiş gibi yapıyor. Ama aslında parçalar halinde etrafa saçılmış durumda her şey. Benim parçalarım, benden parçalar.. Bir bütünlük yok. Ve yine başladığım yerdeyim işte. Umutsuzum kesinlikle. Yeri gelmişken, döngüselliği bozmamak adına, hemen Horatius'un başka bir lafını hatırlıyorum ve bunu aynı zamanda hatırlatıyorum da: “niye gülüyorsun, değişik isimlerle anlatılan senin hikayen”.  Evet, tamam bu olsun giriş cümlem. Farkındayım benim bile değil bu cümle. Varsın benim olmasın, önemli olan katılmak.

“De te fabula narratur”(anlatılan hikaye senin hakkında/anlatılan senin hikayen)dan, “de nobis fabula narratur”a (anlatılan bizim hikayemiz) geçme vakti. Ama ondan önce, parçalanmışlığımın daha net anlaşılması için, sanırım konumumu biraz açıklamam gerekir. Ben hiçbir alanın içerisinde, malesef ki, değilim. Ya da belki de aynı anda birden çok alanın, “alana yeni giren kişi”siyim. O kadar yeni ve o kadar hırstan uzak ki bu alanlara girişim, alanı dönüştürme çabasına/isteğine/uğraşısına sahip olmaktan bir hayli uzağım. Felsefeyi terk etmiş, sosyolojinin kendisini terk edeceğini düşünen; sinemaseverim. Başka bir deyişle, disiplinlerarasının amatör olarak doruğundayım. Hiçbiriyle ilgimin profesyonel olmadığı açık, maddi bir kazanç sağlamadığımı da söyleyebilirim. Ama yine de, Latince “sevmek” anlamınadaki “amare” kökünden gelen “amatör” yerine, İtalyancadan ithal, “bir konuda, özellikle sanatta, geniş ama yüzeysel ilgisi olan kişi” anlamına gelen “dilettante” kelimesi benim için daha uygun olacaktır.  Kısacası, “ortaya karışık” bir insanım, “ben böyleyim”.  Buradan itibaren yazacaklarım da bir “dilettante”nin “öznel okuması” olarak düşünülebilir.

Fabulaya dönecek olursak, Peeping Tom (1960), karşılaştığım bütün makalelerde, “Michael Powell'ın Peeping Tom”u olarak geçiyor. Sinema ve Toplum dersinde izlerken de farklı değildi. Oysa, Michael Powell bu filmin yönetmeni, senaryoyu (original story and screenplay) yazan kişi ise Leo Marks. Bu filmin önemi, görselliğin kullanılış biçimiyle alakalı değil. Filmdeki ışığın, renklerin, müziğin, kameranın kullanımının bu filmin alt-metinini değiştirmeyeceği ortada. Ana karakterimiz Mark Lewis'in kurbanlarını öldürme sahnelerinde hakim renk kırmızı değil de siyah ya da yeşil olsaydı ya da öyle bir hakim renk olmasaydı, biz yine de hikaye üzerinden aynı yorumları yapar, aynı şeyleri düşünürdük. Karakter seçimi, karakterlerin cinsiyetleri, karakterlerin toplumsal konumları da aynı şekilde filmin detayları ama alt-metinin detayları değiller.  Tabii ki, bütün detaylar farklı olsaydı, mesela ana karakterimiz zenci bir kadın olsaydı, 1960ları da göz önünde tutup çok farklı okumalar yapılabilirdi film üzerinden. Yine de, hali hazırda bulunan yönetmenliğe ve filme ilişkin alt-metinimizde çok büyük değişikler olmazdı. O açıdan, filmi 1979'da tekrar ortaya çıkaran ve Powell'in filmlerinin hayranı olan Martin Scorsese'nin “Fellini'nin 8½ ile birlikte Michael Powell'ın bu filmi, sinema yönetmenliği hakkında söylenebilecek her şeyi içeriyor” yorumu eksik kalıyor.

Üstelik büyük bir olasılıkla hikaye, filmin orijinal hikayesinin yazarı Leo Marks'ın da orijinal fikri değildi. Filmin İngiltere prömiyerinden (7 Nisan 1960) 7 ay önce (18 Eylül 1959) Amerika'da San Quintin Eyalet Hapishanesi'nin gaz odasında Harvey Murray Glatman adında bir seri katilin infazı gerçekleştirilmişti.  Sadomazoşist cinsel eğilimler gösteren Glatman, kurbanlarını, ucuz dergilerde (pulp fiction)  yayınlanacağını söyledeği fotoğraflarını çekme bahanesiyle kandırmış, onlara tecavüz ettikten sonra da onları boğarak öldürmüştü. Seri katil olmanın dışında Mark Lewis ile benzeştiği nokta ise, tüm bu süre zarfında, Glatman kurbanlarının fotoğraflarını çekmesiydi. Evet, kamerasını cinayet aleti olarak kullanmaz belki ama aldıkları hazzın aynı olmadığını iddia da edemeyiz sanırım. İnfaz edilen Amerikalı Glatman'ı “çok yönlü adamı/çok bilgili kimse” (“polymath”) olan İngiliz Leo Marks'ın duymamış olma olasılığı çok küçüktür.  O nedenle, Martin Scorsese'nin ve bizim asıl takdir etmemiz gereken kişi, belki de Harvey Murray Glatman'dır. Çünkü bu anlatılan “suus fabula” (onun hikayesi); “his story”, başlı başına “historia” olabilir. 

2001 yapımı Hedwig ve Kızgın Çıkntısı (Hedwig and the Angry Inch) ise bu anlamda bir John Cameron Mitchell filmi. Film, aslında bir müzikal tiyatro oyunu uyarlaması. İki yıl boyunca Off-Broadway'de oynamış. Oyun yazarı da yine Mitchell ve müziklerini yapan ise Stephen Trask. Film, bir “transgender”ın otobiyografik öyküsünü anlatıyor. “Drag queen” olan ana karakterimiz Hedwig'i yine Mitchell oynuyor. Stephen Trask'in canlandırdğı Skszp ise Hedwig'in müzik grubunun üyesi. Başka bir deyişle, John Cameron Mitchell filmi yazıp yönetip aynı zamanda da filmde başrol oynuyor. Anlatılan kesinlikle onun hikayesi; takdir edilmesi gereken o.  Kurmaca tarafı ağır bassa da Mitchell ve Hedwig arasındaki benzerlik, gerçekte kimin otobiyografisi olduğunu karıştırmamıza neden olabilecek ölçüde. Her ikisinin cinsel “tercih”i aynı. Ayrıca, fotoğraflarından anladığım kadarıyla, Trask de eşcinsel ama filmde bu anlaşılır değil. Başka bir grup üyesi ve bir dönem sevgilisi olan Yitzhak ise Miriam Shor tarafından canlandırılıyor. Yitzhak'ın kadın olduğu kesinlikle anlaşılamıyor. Sonuç olarak, bu öyle bir film ki bir yanda kadın kıyafetleri giyen ve ağır makyaj yapan bir erkek, diğer yanda erkek gibi görünen bir kadın karşımıza çıkıyor. Cinsiyetler, cinsel “tercihler”, karşımızda hangi cinsiyeti gördüğümüz, hangi cinsiyetin bize gösterildiği tüm sorularla bizi baş başa bırakıyor.  Üstelik bunu yaparken bizi erosa kadar götürüyor.  Origin of Love (Aşkın Kaynağı) isimli parçanın sözlerinin büyük bir kısmı Eflatun'un Şölen – Sevgi Üstüne kitabından Aristophanes'in konuşmasından.  Mitchell'in anlatacak bir derdi, bizlere söyleyeceği bir sözü vardı ve onu söyledi, onu anlattı. Peki neden?

***
(yeri gelmişken filmden bir sahneyi/klibi de öneririm)

***

Michael Powell'ın bir derdi vardı, John Cameron Mitchell'in başka bir derdi ve biz de bu insanların çektiği bu filmleri izledik, dertlerini dinledik. Yönetmenlik aslında neymiş onu gördük, eşcinsel olmak Mitchell'in bulunduğu ortamda nasıl bir şeymiş onu gördük; seri katilleri, kurbanları, ihanet edenleri, ihanete uğrayanları, ezilenleri büzülenleri hepsini ilgiyle izledik. İşlenmemiş ve izlenmemiş herhangi bir konu kaldı mı bilmiyorum, kalmışsa da bu çok ilginç bir durum. Sinemanın etkisini, filmin etkisini göz ardı etmiyorum ama tüm bu filmler arasında “Hedwig and the Angry Inch”i kaç kişi izlemiştir, “Peeping Tom”u kaç kişi izlemiştir, sürekli ismi geçen “Godfather” serisini kaç kişi izlemiştir? Filmin toplumu etkilemesi sadece vizyonda gösterildiği süre ile mi sınırlıdır? Filmler günümüz koşullarında gerçek anlamda toplumu dönüştürebilir mi? Toplumun dönüşümü tek bir yönden olabilir mi?

Özetle, bazen tüm bu bilgi açgözlülüğünün masturbatif bir eylem olmaktan öteye gitmediğini düşünüyorum. Her alanın sınırları kalın kalın çizilmiş. Eyleyicileri başka alanların eyleyicileri ile iletişim kuramaz durumda. İletişim kurduğu anda, alan içerisindeki konumu belli edecek ve farklı alanlarda olduklarını hatırlatacak kavramlar, olgular, olaylar, şeyler peş peşe sıralanıyor. Sanat söyleşilerine sanatçılar, sosyoloji söyleşilerine sosyologlar, felsefe söyleşilerine felsefeciler katılıyor. İki farklı disiplinden sosyalbilimci bir araya geldiğinde birbirlerini anlamıyorlar. Neden birisi “gerçek” deyince diğeri “gerçek ne” diye soruyor? Neden her şey bu kadar karışık? Ve insan neden konudan konuya atlar? Söyleyeyim çünkü tüm bunlar arasında parçalanmıştır. Aç gözlü maymun misali bir o dala bir bu dala atlamaktadır. Bir gün yere düşecektir elbette. O zaman maymunluktan çıkıp ayakları üstünde durmayı öğrenirse, kurda kuşu yem olmadan, büyük laflar eden büyük insanlardan olabilir belki. Ama şimdilik “küçük adam”dır ve dinlemekle yetinir. Üstelik uykusu da gelmiştir.

24 Nisan 2012 Salı

ne güzel bir hayaldin sen sabri kaliç

kendini prens sanan kurbağa (2000)

dün evden çıkarken son anda ipod'umun şarjının uzun zaman önce bittiğini ve yine uzun zamandır çantamda okuyacak bir şeyler olmadığını hatırladım. son bir kaç haftadır kafam çok dağınık ve bir o kadar da karışık olduğu için, bir süredir otobüste camdan dışarı bakıyormuş gibi yapıyordum. en sevdiğim 3 dakikalık parçalarda bile ölümüne sıkılıyordum. hoş hala sıkılıyorum, ama sıkı can tam annelik, çıkmıyor. kitap okumak da haliyle işkence gibi geliyordu. sadece üçüncü, beşinci kez izlediğim filmleri ve dizileri izleyebiliyordum. onların da en yormayanını elbette. böyle bir ruh halindeyken, raftan bir kitap almaya karar verdim. yine yormayacağını bildiğim, daha önce okumuş ve unutmuş olduğum bir kitaptı aradığım. elime kendini prens sanan kurbağa geldi. galatasarayda'yken elifcan'dan aldım sanırım ya da o önermiştir ben kitapçıdan almışımdır, şimdi hatırlamıyorum. kadıköy'den levent'e gidip yine aynı yere geri dönmem gerekiyordu. vapur-otobüs-otobüs-vapur'da okudum. bir de baktım yüz küsür sayfa okumuşum bile. bugün yine bir otobüs yolculuğu yaptım otuz-kırk dakika ve kitap bitiverdi. 

sine-roman demiş sabri kaliç, bence deneysel kısa öykü. başlangıçta casting vermiş. yan karakterler dahil herkesi biriyle eşleştirmiş. gayet gereksiz bir bölüm olmuş. ilki onları zaten akılda tutmak ve yeri geldiğinde eşleştirmeye çalışmak yorucu ve kitap okumaya ters. benim kafamdaki aslı, leyla ile mecnun'daki sedef'e benziyordu mesela. hayır sabri kaliç, oldu olacak düşündüğün mekanın, hatta mümkünse sahnenin fotoğrafını da koysaydın. a hatta ilkokulda falan defterlerin bir köşesine hareket eden çöpadamlar çizerdim, onun gibi yapabilirdin, tam sine-roman olurdu. sessiz sine-roman. ana hikaye güzel gidiyordu, güzel bitemedi. yan hikayeler gayet eğlenceliydi, onlar da pek kısaydı. genç adam ya da birinci tekil şahsımız gayet güzel bir karakter olmuş fakat onun da biraz daha cisimleşmeye ihtiyacı vardı bence. 

ama anlatımın üçüncü tekil şahıs ile birinci tekil şahıs arasında gidip gelmesi, sine-roman etkisinden ziyade, bu olayın içine girene kadar okucuyu (benim burda evet) düşündüren, eğlenci bir egzersiz olmuş. ama ona da tam alışmışken kitap bitiverdi. 

sabri kaliç, buradan sana sesleniyorum, diğer kitaplarını okumadım, zaten çoğu çeviriymiş. ama böyle bir kitap yazman gerekiyor, ben böyle bir kitap daha okumak isterim. biliyorum, insanlar da okumak ister. hayır, ben yazarsam şimdi "taklit" derler, "her taklit orijinaliteyi barındırır" demez kimse, o yüzden sen yaz lütfen de okuyalım. ama bu sefer hikaye kurgusu daha başarılı olsun ki kitabın tadından yenmesin. bak ismini bile buldum kitabın: kendini kurbağa sanan prens. (sonuna noktayı da koyalım ama.)

hi bir de yoğurtlu spagetti aşkına, küçük kırmızı balık değil o sabri kaliç! bilerek yaptıysan hiç komik değil, bilmeyerek yaptıysan, sana bir soru işareti ve bir ünlem gönderiyorum: ?!

20 Nisan 2012 Cuma

Knowing (2009)


şöyle düşünün; bir yere yemeğe gittiniz. mekan çok güzel, çok şık. görevliler pek sıcak. "pek mutluyum, iyi ki gelmişim buraya" deyip yiyecek bir şeyler söylediniz. bu arada tabii ki, beklentileriniz gayet yüksek. yemek geldi. sunum da pek kaliteli. ama yediğiniz yemek bir şeye benzemiyor. çok basit hatalar yemeğin tadını ortalamaların altına çekmiş. yemiş olmak için yiyorsunuz ama içten içe de "ne de güzel başlamıştı" diye hayıflanıyorsunuz. işte bu film, insanın ağzında tam olarak böyle bir tat bırakıyor.

yönetmeni alex proyas. filmografisinde the crow, i,robot var. john koestler karakteri ile nicholas cage de baş rolde. başlangıç sahneleri de hiç fena değil. haliyle filmin en azından ortalama bir film olmasını bekliyor insan. yazık.

hikaye, lucinda isimli minik kızın zaman kapsülüne bir dizi sayıların bulunduğu bir kağıt koymasıyla başlar. lucinda yazmayı bitirmemişken, kağıt elinden alınır ve 50 yıl sonra açılmak üzere kapsüle konur. kızcağız yarım kalan işini tırnaklarıyla kapıya kazıyarak bitirir. 50 yıl sonra, john'un oğlu caleb de, aynı yaşlardadır ve aynı okula gitmektedir. kapsül açılır, caleb'e lucinda'nın mektubu çıkar. buraya kadar hiç fena değil, değil mi? buradan sonra klişeler, oturmayan ya da tamamen gereksiz karakterler, bir anda malum olan bilgiler, inatla kendi bildiğini yapan sinir insan tipleri filmi oluşturur. john önce bir kısım rakamların tarih ve o tarihte ölecek olan insan sayısını işaret ettiğini çözer. tansiyonu yükseltmek için kullanılan arkadaş karakteri olmamıştır. john'a inanmaz elbette, ama argümanları o kadar basit ve saçmadır ki, artık yedi yaşındaki çocuklar bile daha mantıklı cümleler kuruyor. hele de böyle bir neslin yetiştiği bir dönemde, bu filmin hiç şansı yok. dönelim filme, john, lucinda'nın kızını bulur. kızının da caleb yaşlarında bir kızı vardır. falan da filan da. bu arada john lucinda'nın öngördüğü iki olaya tanıklık eder. bu bilgilerin kendisine gönderildiğine, ulvi bir amacı olduğuna inanmışken ve bizi de inandırmışken, bir anda aslında olayın kendisi ile hiç bir alakası olmadığını fark eder. güneş patlamalarından birinin dünyaya ulaşacağı ve herkesin ölümüne neden olacak tarihtir aslında son tarih. 

bu arada hikayede amaçlarının ne olduğunu bilmediğimiz, x-files vari, siyah paltolu adamlar vardır. onu atlamasaydım iyiydi. adamlar telepatiktir, çocuklarlakonuşur bir tek. sonunda da çocukları alıp, büyükleri bırakırlar. bizim iki küçük afacan, başka bir gezegen olduğunu tahmin ettiğimiz bir yere indirilir, burçak tarlasında koşmaya başlar. 

neresinden tutsam bilemedim. gerilimler olmamış, climax tamam da çözülme pek alakasız. madem olay çocuklardı, oradan girip oradan devam etseymiş. ne diye nicholas cage'i ordan oraya koşuşturdun be adam. caleb karakterini sağlamlaştır, john yardımcı karakter olarak kalsın, pek mütiş olur. ama olmamış. 

dark city de alex proyas'ınmış. onu pek hatırlamıyorum. onu da bir izleyeyim bakalım.

19 Şubat 2012 Pazar

Pirates of Silicon Valley (TV 1999)



çalıştığım şirketteki teknik departmandan bir arkadaş, hafta içi bu filmi verdi. bugün izleyebildim. film, steve jobs ve bill gates'in üniversite yıllarından başlayarak, apple'ı ve microsoft'u nasıl kurduklarını anlatıyor. er'dan tanıdığımız noah wyle (carter), steve jobs rolünde. pek de yakışmış. er'da severdim kendisini, başka bir rolde görmek hoşuma gitti. filmi sanatsal açıdan değerlendirmeyeceğim. ilk nedeni, televizyon filmi olması. yapımcı firma, tnt (turner network television). dolayısıyla büyük bütçeli bir film değil. hoş küçük bütçeyle de çok güzel şeyler yapılır. tam da burada ikinci nedenimi yapıştırmak istiyorum; bu aslında belgesel bir film. derdi sanat yapmak olan bir film değil. baya tarafsız olduğunu düşünüyorum, eksiklerinin ya da abartılarını bilemiyorum, zira şuana kadar aslında ne steve jobs ile ne de bill gates ile gerçekten ilgilenmemiştim.

ben pek beğendim. microsoft'un hep çalıp çırptığını biliyordum da tam olarak ne çalmış ne çırpmış bilmiyordum. gördük ki bill gates başından beri olmayanı satmış, olanı çalmış. becerikli adam. apple'ı severdim şahsen. ama onu da tanımıyormuşum. "steve jobs, steve jobs" diye gaza gelen insanlara şaşarım şimdi. adam bireysel olarak hiçbir şey yaratmamış, onu bunu gaza getirmiş, onu bunu sömürmüş, steve jobs olmuş. program yazarak, robot üreterek ulaşılacak bir yer değil bu. o yüzden bilgisayarcıların hayran olması enteresan. adamın bildiğimiz, koca göbekli, baktığımızda sadece gıdısını gördüğümüz fabrikatörlerden farklı yok. öyle hulusi kentmen gibi bir tipten de bahsetmiyorum. dünya sen ne acayip bir yersin yahu!

şunu demeye getiriyorum: bu film tavsiye edilir. bizi izlemeye devam edin anacığım.

18 Şubat 2012 Cumartesi

total recall (1990)




Philip K Dick'in kısa öyküsü We Can Remember It For You Wholesale'den uyarlama, mütiş bir film.
Bir çok film ya bu filmden esinlenmiş ya da doğrudan araklamış. Bu film üstene çok konuşup spoiler vermek istemiyorum. tavsiye olunur. We Can Remember It For You Wholesale'in audio book'u mevcut. Onu da dinleyin hatta bence. Seslendiren de pek müthiş.

















Hiç yabancı değil sanki?


 Matrix?

but do WE have all the information to think?

17 Şubat 2012 Cuma

the nightmare before christmas (1993)



en sonunda the nightmare before christmas'ı izledim. yıllar sonra! oysa videosuna tam bir yıl bir ay önce sahip olmuşum. ama çalışan insan psikolojisi işte.. hiç gerçekten istediği şeyleri yapmaya zaman bulamaz. boş zamanı onun değilmiş gibi, daha önemli şeylerle doldurması gerekiyormuş gibi gelir. evi temizler, çamaşır yıkar, yemek yerken abuk subuk dizileri izler de, gerçekten istediği filme bir saatini ayırmayı çok görür kendine. bu banaheyle, paul lafaurge'dan tembellik hakkı gelsin bana. elbette videoyu edindiğim zamandan itibaren geçen bir yıl içerisinde baya film izledim, ama kaçını gerçekten isteyerek izledim hatırlamıyorum. geç oldu ama güç olmadı. çok da güzel oldu. iyi ki izlemişim. oh.

1993 yapımı stop-motion animasyon ve üstüne müzikal film, the nightmare before christmas bir tim burton şaheseri. yine de müziklerinde danny elfman'ın hakkını vermek lazım. hatta filme başlamadan hemen araya girip biraz da danny elfman izleyelim (batman theme song):


tim burton'ın "the nightmare before christmas" şiirinin ve yine onun çizimlerinin filmleştirilmesi aslında. yeri gelmişken bu şiiri christopher lee'nin (lotr - saruman)sesinden dinlemek mümkün (biliyorum videoya boğuyorum yazıyı, ama ama bu şiir gerçekten çok eğlenceli)


tim burton o sıralar batman returns ile pek meşgul olduğu için, filmin yönetmenliğini henry selick üstlenir ve filmin yapım aşaması üç yılı alır. bir kuple de yapım aşamasını izlemek isterseniz:


hikaye cadılar bayramı kasabası'da (halloween town) başlar. kasaba, yeni bir cadılar bayramından çıkmış, bir sonrakine hazırlanmaktadır. ana karakter jack skellington (iskelet), cadılar bayramı kasabası'nın balkabağı kralı (pumpkin king), her yıl aynı şeyleri yapmaktan çok sıkılmıştır. christmas town'u keşfeder ve renklerden, parıltıdan ve kardan çok etkilenir. cadılar bayramı yerine christmas'a hazırlanmaya karar verirler. noel baba kılığı jack skellington'ı sevimli, tonton amca yapmaya yetmediği gibi, iskelet geyikleri, hayalet köpeği ve dağıttığı sevimli ama korkunç hediyeler de işini hiç kolaylaştırmaz.



filmdeki her karakter çok güzel, hepsini ayrı sevdim. zaten filmi izlemeden önce de ismen olmasa da cismen biliyordum hepsini. popüler kültür ve tüketim alışkanlıkları sağ olsun. yine de bu film beni bir şekilde rahatsız etti. determinizm ve hatta kadercilik filmin karelerine işlemiş. "neysen osun, dahası ya da başkası olamazsın, bunun nedeni bu, sonucu da bu, buyur bak, yanlışım varsa düzelt" der gibi. içimizin dışımızın kuantum olduğu ama yine de kuantum hakkında söyleyeceklerimizin "schrödinger'in kedisi"nden öteye gitmediği bu dönemle uyuşmuyor gibi film. o kadar ısrarlara rağmen, tim burton'ın devam filmi çekmemesi belki de bu yüzden. ya da zaten kendisi direkt olarak çekmediği için aynı başarıyı yakalayıp yakalayamayacağından korkmuş da olabilir. türkiye'ye internetin geldiği yıldan kalma bir film. ne kadar eski gibi geliyor insana böyle bakınca.

son olarak, warner bros'un daha sonra çıkardığı dvd'de marilyn manson filmin introsunu coverlamış. fena da olmamış, gayet de uymuş kendisine. bakınız:


uzun lafın ve epey videonun ardından: izleyin, izletin, eğlenin.