25 Nisan 2012 Çarşamba

Parçaya/Bütüne ama Aslında Hiçbir Şeye Dair

31.03.2008, MSÜ, Sinema dersi vize ödevim

Parçaların bağlantısını kuramıyorum. Bütüne dair edecek büyük laflarım yok. Sayfaları karıştırıyorum, internet sitelerinde dolaşıyorum, tekrar tekrar filmi izliyorum; bir harften, bir kelimeden medet umuyorum. Kafamda şimşekler çaktıracak, zihnimin hiç de boş bir levha olmadığını bana kanıtlayacak, “eureka!” diye bağırmama sebep olabilecek, tek bir kare, tek bir kelime, tek bir harf.. Ama nafile.. “Bir başlangıç cümlem olsa” gerisi gelir diyorum.  Ya da öyle olmasını umut ediyorum. “Horatius bana söylemiştir o lafı, evet” diyorum; “başlamak, yarı bitirmektir”.  Yelkovanı geçtim de akrebin bu acelesini kavrayamıyorum. Umudumu da yavaş yavaş kaybediyorum sanırım. İlkin, hala başlayamadım. İkincisi de, biliyorum ki başladığım şeyler genelde bitmiyor. Ben bitirmiş gibi yapıyorum, onlar bitirilmiş gibi yapıyor. Ama aslında parçalar halinde etrafa saçılmış durumda her şey. Benim parçalarım, benden parçalar.. Bir bütünlük yok. Ve yine başladığım yerdeyim işte. Umutsuzum kesinlikle. Yeri gelmişken, döngüselliği bozmamak adına, hemen Horatius'un başka bir lafını hatırlıyorum ve bunu aynı zamanda hatırlatıyorum da: “niye gülüyorsun, değişik isimlerle anlatılan senin hikayen”.  Evet, tamam bu olsun giriş cümlem. Farkındayım benim bile değil bu cümle. Varsın benim olmasın, önemli olan katılmak.

“De te fabula narratur”(anlatılan hikaye senin hakkında/anlatılan senin hikayen)dan, “de nobis fabula narratur”a (anlatılan bizim hikayemiz) geçme vakti. Ama ondan önce, parçalanmışlığımın daha net anlaşılması için, sanırım konumumu biraz açıklamam gerekir. Ben hiçbir alanın içerisinde, malesef ki, değilim. Ya da belki de aynı anda birden çok alanın, “alana yeni giren kişi”siyim. O kadar yeni ve o kadar hırstan uzak ki bu alanlara girişim, alanı dönüştürme çabasına/isteğine/uğraşısına sahip olmaktan bir hayli uzağım. Felsefeyi terk etmiş, sosyolojinin kendisini terk edeceğini düşünen; sinemaseverim. Başka bir deyişle, disiplinlerarasının amatör olarak doruğundayım. Hiçbiriyle ilgimin profesyonel olmadığı açık, maddi bir kazanç sağlamadığımı da söyleyebilirim. Ama yine de, Latince “sevmek” anlamınadaki “amare” kökünden gelen “amatör” yerine, İtalyancadan ithal, “bir konuda, özellikle sanatta, geniş ama yüzeysel ilgisi olan kişi” anlamına gelen “dilettante” kelimesi benim için daha uygun olacaktır.  Kısacası, “ortaya karışık” bir insanım, “ben böyleyim”.  Buradan itibaren yazacaklarım da bir “dilettante”nin “öznel okuması” olarak düşünülebilir.

Fabulaya dönecek olursak, Peeping Tom (1960), karşılaştığım bütün makalelerde, “Michael Powell'ın Peeping Tom”u olarak geçiyor. Sinema ve Toplum dersinde izlerken de farklı değildi. Oysa, Michael Powell bu filmin yönetmeni, senaryoyu (original story and screenplay) yazan kişi ise Leo Marks. Bu filmin önemi, görselliğin kullanılış biçimiyle alakalı değil. Filmdeki ışığın, renklerin, müziğin, kameranın kullanımının bu filmin alt-metinini değiştirmeyeceği ortada. Ana karakterimiz Mark Lewis'in kurbanlarını öldürme sahnelerinde hakim renk kırmızı değil de siyah ya da yeşil olsaydı ya da öyle bir hakim renk olmasaydı, biz yine de hikaye üzerinden aynı yorumları yapar, aynı şeyleri düşünürdük. Karakter seçimi, karakterlerin cinsiyetleri, karakterlerin toplumsal konumları da aynı şekilde filmin detayları ama alt-metinin detayları değiller.  Tabii ki, bütün detaylar farklı olsaydı, mesela ana karakterimiz zenci bir kadın olsaydı, 1960ları da göz önünde tutup çok farklı okumalar yapılabilirdi film üzerinden. Yine de, hali hazırda bulunan yönetmenliğe ve filme ilişkin alt-metinimizde çok büyük değişikler olmazdı. O açıdan, filmi 1979'da tekrar ortaya çıkaran ve Powell'in filmlerinin hayranı olan Martin Scorsese'nin “Fellini'nin 8½ ile birlikte Michael Powell'ın bu filmi, sinema yönetmenliği hakkında söylenebilecek her şeyi içeriyor” yorumu eksik kalıyor.

Üstelik büyük bir olasılıkla hikaye, filmin orijinal hikayesinin yazarı Leo Marks'ın da orijinal fikri değildi. Filmin İngiltere prömiyerinden (7 Nisan 1960) 7 ay önce (18 Eylül 1959) Amerika'da San Quintin Eyalet Hapishanesi'nin gaz odasında Harvey Murray Glatman adında bir seri katilin infazı gerçekleştirilmişti.  Sadomazoşist cinsel eğilimler gösteren Glatman, kurbanlarını, ucuz dergilerde (pulp fiction)  yayınlanacağını söyledeği fotoğraflarını çekme bahanesiyle kandırmış, onlara tecavüz ettikten sonra da onları boğarak öldürmüştü. Seri katil olmanın dışında Mark Lewis ile benzeştiği nokta ise, tüm bu süre zarfında, Glatman kurbanlarının fotoğraflarını çekmesiydi. Evet, kamerasını cinayet aleti olarak kullanmaz belki ama aldıkları hazzın aynı olmadığını iddia da edemeyiz sanırım. İnfaz edilen Amerikalı Glatman'ı “çok yönlü adamı/çok bilgili kimse” (“polymath”) olan İngiliz Leo Marks'ın duymamış olma olasılığı çok küçüktür.  O nedenle, Martin Scorsese'nin ve bizim asıl takdir etmemiz gereken kişi, belki de Harvey Murray Glatman'dır. Çünkü bu anlatılan “suus fabula” (onun hikayesi); “his story”, başlı başına “historia” olabilir. 

2001 yapımı Hedwig ve Kızgın Çıkntısı (Hedwig and the Angry Inch) ise bu anlamda bir John Cameron Mitchell filmi. Film, aslında bir müzikal tiyatro oyunu uyarlaması. İki yıl boyunca Off-Broadway'de oynamış. Oyun yazarı da yine Mitchell ve müziklerini yapan ise Stephen Trask. Film, bir “transgender”ın otobiyografik öyküsünü anlatıyor. “Drag queen” olan ana karakterimiz Hedwig'i yine Mitchell oynuyor. Stephen Trask'in canlandırdğı Skszp ise Hedwig'in müzik grubunun üyesi. Başka bir deyişle, John Cameron Mitchell filmi yazıp yönetip aynı zamanda da filmde başrol oynuyor. Anlatılan kesinlikle onun hikayesi; takdir edilmesi gereken o.  Kurmaca tarafı ağır bassa da Mitchell ve Hedwig arasındaki benzerlik, gerçekte kimin otobiyografisi olduğunu karıştırmamıza neden olabilecek ölçüde. Her ikisinin cinsel “tercih”i aynı. Ayrıca, fotoğraflarından anladığım kadarıyla, Trask de eşcinsel ama filmde bu anlaşılır değil. Başka bir grup üyesi ve bir dönem sevgilisi olan Yitzhak ise Miriam Shor tarafından canlandırılıyor. Yitzhak'ın kadın olduğu kesinlikle anlaşılamıyor. Sonuç olarak, bu öyle bir film ki bir yanda kadın kıyafetleri giyen ve ağır makyaj yapan bir erkek, diğer yanda erkek gibi görünen bir kadın karşımıza çıkıyor. Cinsiyetler, cinsel “tercihler”, karşımızda hangi cinsiyeti gördüğümüz, hangi cinsiyetin bize gösterildiği tüm sorularla bizi baş başa bırakıyor.  Üstelik bunu yaparken bizi erosa kadar götürüyor.  Origin of Love (Aşkın Kaynağı) isimli parçanın sözlerinin büyük bir kısmı Eflatun'un Şölen – Sevgi Üstüne kitabından Aristophanes'in konuşmasından.  Mitchell'in anlatacak bir derdi, bizlere söyleyeceği bir sözü vardı ve onu söyledi, onu anlattı. Peki neden?

***
(yeri gelmişken filmden bir sahneyi/klibi de öneririm)

***

Michael Powell'ın bir derdi vardı, John Cameron Mitchell'in başka bir derdi ve biz de bu insanların çektiği bu filmleri izledik, dertlerini dinledik. Yönetmenlik aslında neymiş onu gördük, eşcinsel olmak Mitchell'in bulunduğu ortamda nasıl bir şeymiş onu gördük; seri katilleri, kurbanları, ihanet edenleri, ihanete uğrayanları, ezilenleri büzülenleri hepsini ilgiyle izledik. İşlenmemiş ve izlenmemiş herhangi bir konu kaldı mı bilmiyorum, kalmışsa da bu çok ilginç bir durum. Sinemanın etkisini, filmin etkisini göz ardı etmiyorum ama tüm bu filmler arasında “Hedwig and the Angry Inch”i kaç kişi izlemiştir, “Peeping Tom”u kaç kişi izlemiştir, sürekli ismi geçen “Godfather” serisini kaç kişi izlemiştir? Filmin toplumu etkilemesi sadece vizyonda gösterildiği süre ile mi sınırlıdır? Filmler günümüz koşullarında gerçek anlamda toplumu dönüştürebilir mi? Toplumun dönüşümü tek bir yönden olabilir mi?

Özetle, bazen tüm bu bilgi açgözlülüğünün masturbatif bir eylem olmaktan öteye gitmediğini düşünüyorum. Her alanın sınırları kalın kalın çizilmiş. Eyleyicileri başka alanların eyleyicileri ile iletişim kuramaz durumda. İletişim kurduğu anda, alan içerisindeki konumu belli edecek ve farklı alanlarda olduklarını hatırlatacak kavramlar, olgular, olaylar, şeyler peş peşe sıralanıyor. Sanat söyleşilerine sanatçılar, sosyoloji söyleşilerine sosyologlar, felsefe söyleşilerine felsefeciler katılıyor. İki farklı disiplinden sosyalbilimci bir araya geldiğinde birbirlerini anlamıyorlar. Neden birisi “gerçek” deyince diğeri “gerçek ne” diye soruyor? Neden her şey bu kadar karışık? Ve insan neden konudan konuya atlar? Söyleyeyim çünkü tüm bunlar arasında parçalanmıştır. Aç gözlü maymun misali bir o dala bir bu dala atlamaktadır. Bir gün yere düşecektir elbette. O zaman maymunluktan çıkıp ayakları üstünde durmayı öğrenirse, kurda kuşu yem olmadan, büyük laflar eden büyük insanlardan olabilir belki. Ama şimdilik “küçük adam”dır ve dinlemekle yetinir. Üstelik uykusu da gelmiştir.

Hiç yorum yok: