31.03.2008, MSÜ, Sinema dersi vize ödevim
Parçaların bağlantısını kuramıyorum. Bütüne dair edecek büyük laflarım yok.
Sayfaları karıştırıyorum, internet sitelerinde dolaşıyorum, tekrar tekrar filmi
izliyorum; bir harften, bir kelimeden medet umuyorum. Kafamda şimşekler
çaktıracak, zihnimin hiç de boş bir levha olmadığını bana kanıtlayacak,
“eureka!” diye bağırmama sebep olabilecek, tek bir kare, tek bir kelime, tek
bir harf.. Ama nafile.. “Bir başlangıç cümlem olsa” gerisi gelir diyorum. Ya da öyle olmasını umut ediyorum. “Horatius
bana söylemiştir o lafı, evet” diyorum; “başlamak, yarı bitirmektir”. Yelkovanı geçtim de akrebin bu acelesini
kavrayamıyorum. Umudumu da yavaş yavaş kaybediyorum sanırım. İlkin, hala
başlayamadım. İkincisi de, biliyorum ki başladığım şeyler genelde bitmiyor. Ben
bitirmiş gibi yapıyorum, onlar bitirilmiş gibi yapıyor. Ama aslında parçalar
halinde etrafa saçılmış durumda her şey. Benim parçalarım, benden parçalar..
Bir bütünlük yok. Ve yine başladığım yerdeyim işte. Umutsuzum kesinlikle. Yeri
gelmişken, döngüselliği bozmamak adına, hemen Horatius'un başka bir lafını
hatırlıyorum ve bunu aynı zamanda hatırlatıyorum da: “niye gülüyorsun, değişik
isimlerle anlatılan senin hikayen”. Evet,
tamam bu olsun giriş cümlem. Farkındayım benim bile değil bu cümle. Varsın
benim olmasın, önemli olan katılmak.
“De te fabula narratur”(anlatılan hikaye senin hakkında/anlatılan senin
hikayen)dan, “de nobis fabula narratur”a (anlatılan bizim hikayemiz) geçme
vakti. Ama ondan önce, parçalanmışlığımın daha net anlaşılması için, sanırım
konumumu biraz açıklamam gerekir. Ben hiçbir alanın içerisinde, malesef ki,
değilim. Ya da belki de aynı anda birden çok alanın, “alana yeni giren
kişi”siyim. O kadar yeni ve o kadar hırstan uzak ki bu alanlara girişim, alanı
dönüştürme çabasına/isteğine/uğraşısına sahip olmaktan bir hayli uzağım.
Felsefeyi terk etmiş, sosyolojinin kendisini terk edeceğini düşünen;
sinemaseverim. Başka bir deyişle, disiplinlerarasının amatör olarak doruğundayım.
Hiçbiriyle ilgimin profesyonel olmadığı açık, maddi bir kazanç sağlamadığımı da
söyleyebilirim. Ama yine de, Latince “sevmek” anlamınadaki “amare” kökünden
gelen “amatör” yerine, İtalyancadan ithal, “bir konuda, özellikle sanatta,
geniş ama yüzeysel ilgisi olan kişi” anlamına gelen “dilettante” kelimesi benim
için daha uygun olacaktır. Kısacası,
“ortaya karışık” bir insanım, “ben böyleyim”.
Buradan itibaren yazacaklarım da bir “dilettante”nin “öznel okuması”
olarak düşünülebilir.
Fabulaya dönecek olursak, Peeping Tom (1960), karşılaştığım bütün
makalelerde, “Michael Powell'ın Peeping Tom”u olarak geçiyor. Sinema ve Toplum
dersinde izlerken de farklı değildi. Oysa, Michael Powell bu filmin yönetmeni,
senaryoyu (original story and screenplay) yazan kişi ise Leo Marks. Bu filmin
önemi, görselliğin kullanılış biçimiyle alakalı değil. Filmdeki ışığın,
renklerin, müziğin, kameranın kullanımının bu filmin alt-metinini
değiştirmeyeceği ortada. Ana karakterimiz Mark Lewis'in kurbanlarını öldürme
sahnelerinde hakim renk kırmızı değil de siyah ya da yeşil olsaydı ya da öyle
bir hakim renk olmasaydı, biz yine de hikaye üzerinden aynı yorumları yapar,
aynı şeyleri düşünürdük. Karakter seçimi, karakterlerin cinsiyetleri,
karakterlerin toplumsal konumları da aynı şekilde filmin detayları ama
alt-metinin detayları değiller. Tabii
ki, bütün detaylar farklı olsaydı, mesela ana karakterimiz zenci bir kadın
olsaydı, 1960ları da göz önünde tutup çok farklı okumalar yapılabilirdi film
üzerinden. Yine de, hali hazırda bulunan yönetmenliğe ve filme ilişkin
alt-metinimizde çok büyük değişikler olmazdı. O açıdan, filmi 1979'da tekrar
ortaya çıkaran ve Powell'in filmlerinin hayranı olan Martin Scorsese'nin
“Fellini'nin 8½ ile birlikte Michael Powell'ın bu filmi, sinema yönetmenliği
hakkında söylenebilecek her şeyi içeriyor” yorumu eksik kalıyor.
Üstelik büyük bir olasılıkla hikaye, filmin orijinal hikayesinin yazarı Leo
Marks'ın da orijinal fikri değildi. Filmin İngiltere prömiyerinden (7 Nisan
1960) 7 ay önce (18 Eylül 1959) Amerika'da San Quintin Eyalet Hapishanesi'nin
gaz odasında Harvey Murray Glatman adında bir seri katilin infazı
gerçekleştirilmişti. Sadomazoşist cinsel
eğilimler gösteren Glatman, kurbanlarını, ucuz dergilerde (pulp fiction) yayınlanacağını söyledeği fotoğraflarını
çekme bahanesiyle kandırmış, onlara tecavüz ettikten sonra da onları boğarak
öldürmüştü. Seri katil olmanın dışında Mark Lewis ile benzeştiği nokta ise, tüm
bu süre zarfında, Glatman kurbanlarının fotoğraflarını çekmesiydi. Evet,
kamerasını cinayet aleti olarak kullanmaz belki ama aldıkları hazzın aynı
olmadığını iddia da edemeyiz sanırım. İnfaz edilen Amerikalı Glatman'ı “çok
yönlü adamı/çok bilgili kimse” (“polymath”) olan İngiliz Leo Marks'ın duymamış
olma olasılığı çok küçüktür. O nedenle,
Martin Scorsese'nin ve bizim asıl takdir etmemiz gereken kişi, belki de Harvey
Murray Glatman'dır. Çünkü bu anlatılan “suus fabula” (onun hikayesi); “his
story”, başlı başına “historia” olabilir.

***
(yeri gelmişken filmden bir sahneyi/klibi de öneririm)
***
Michael Powell'ın bir derdi vardı, John Cameron Mitchell'in başka bir derdi
ve biz de bu insanların çektiği bu filmleri izledik, dertlerini dinledik.
Yönetmenlik aslında neymiş onu gördük, eşcinsel olmak Mitchell'in bulunduğu
ortamda nasıl bir şeymiş onu gördük; seri katilleri, kurbanları, ihanet
edenleri, ihanete uğrayanları, ezilenleri büzülenleri hepsini ilgiyle izledik.
İşlenmemiş ve izlenmemiş herhangi bir konu kaldı mı bilmiyorum, kalmışsa da bu
çok ilginç bir durum. Sinemanın etkisini, filmin etkisini göz ardı etmiyorum
ama tüm bu filmler arasında “Hedwig and the Angry Inch”i kaç kişi izlemiştir,
“Peeping Tom”u kaç kişi izlemiştir, sürekli ismi geçen “Godfather” serisini kaç
kişi izlemiştir? Filmin toplumu etkilemesi sadece vizyonda gösterildiği süre
ile mi sınırlıdır? Filmler günümüz koşullarında gerçek anlamda toplumu
dönüştürebilir mi? Toplumun dönüşümü tek bir yönden olabilir mi?
Özetle, bazen tüm bu bilgi açgözlülüğünün masturbatif bir eylem olmaktan
öteye gitmediğini düşünüyorum. Her alanın sınırları kalın kalın çizilmiş.
Eyleyicileri başka alanların eyleyicileri ile iletişim kuramaz durumda.
İletişim kurduğu anda, alan içerisindeki konumu belli edecek ve farklı
alanlarda olduklarını hatırlatacak kavramlar, olgular, olaylar, şeyler peş peşe
sıralanıyor. Sanat söyleşilerine sanatçılar, sosyoloji söyleşilerine
sosyologlar, felsefe söyleşilerine felsefeciler katılıyor. İki farklı disiplinden
sosyalbilimci bir araya geldiğinde birbirlerini anlamıyorlar. Neden birisi
“gerçek” deyince diğeri “gerçek ne” diye soruyor? Neden her şey bu kadar
karışık? Ve insan neden konudan konuya atlar? Söyleyeyim çünkü tüm bunlar
arasında parçalanmıştır. Aç gözlü maymun misali bir o dala bir bu dala
atlamaktadır. Bir gün yere düşecektir elbette. O zaman maymunluktan çıkıp
ayakları üstünde durmayı öğrenirse, kurda kuşu yem olmadan, büyük laflar eden
büyük insanlardan olabilir belki. Ama şimdilik “küçük adam”dır ve dinlemekle
yetinir. Üstelik uykusu da gelmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder