6 Mart 2018 Salı

veronika ölmek istiyor


paulo coelho tarafından 1998'de yazılan veronika ölmek istiyor'un haldun pamir çevirisi 2000'de can yayınları'ndan çıkmış. 2017 yılında 51. baskısını yapmış. vay arkadaş diyorum. yine de çok şaşırmıyorum. coelho, bir iki günde bitirilebilen, okurken yormayan, düşünmeye, eleştirmeye itmeyen, bitirdikten sonra insanın ufkunu da çok açmayan kitaplar yazıyor. 140 karakterden bir adım ötesine geçmek isteyen bünyeler için ideal. bu kadar popüler olması normal.
ben de uzunca bir süredir kitap okuyamıyordum. son birkaç yıldır işten eve gelip bir iki tek rakı içip, sevgilime günün özetini geçtikten sonra, hala sızacak kadar içmemişsem kendimi dizibox, dizilab, dizimag'a veriyordum. hala ne içki ne dizi manyaklığı bitmiş değil. yine de sabahın köründe kalk, ayıl, giyin, işe git, altıda çık eve gel monotonluğunu, rakı iç, işteki insanların salaklıklarından yakın, dizi izle, uyu monotonluğunu eklemiş olmak artık ruhumu sıktı. sevgilimle aynı yerde çalışmaya da başlamış olmanın da etkisiyle, monotonluktan azıcık çıkabildim. tiyatro, if film festivali derken kitaba da dönebildim. "şöyle yormayacak bir kitap olmalı" dedim ve veronika ölmek istere başladım. gerçekten de şıp diye bitiverdi. simyacı da böyle olmuştu. sonra simyacı hakkında plot dışında çok da bir şey hatırlamadığımı fark ettim. veronika'da da aynı olacak diye düşündüm ve monotonluğu bir kez daha sarsacak bir şey yapmaya karar verdim. blogum vardı benim, üç beş cümle de olsa kitaba, coelho'ya dair bir şey yazabilirdim. sabahın köründe (hoş gece de sayılabilir, 4 nereden baksan çok karanlık) heifer whines ... could be human cries.

veronika ölmek istiyor bir akıl hastanesinde geçiyor. kitabın bir bölümünde, 1947 doğumlu brezilyalı coelho'nun da bir dönem akıl hastanesinde kaldığını öğreniyoruz. kalmış değil de, yazarlıkta bir gelecek görmeyen ailesi tarafından kapatılmış daha doğru olabilir belki. 36 yaşında 500 mil (yaklaşık 805km) yürüdükten sonra, 37 yaşında simyacıyı yazmış. simyacı 35 milyon satmış ve bu arada yaşarken kitabı en fazla çevirilen yazar olarak rekorlar kitabına geçmiş.  35 yaşımda bunları duymak umutlandırıyor beni, bir kuple paylaşayım istedim.

veronika'ya dönecek olursak, öncelikle bunun bir kitap tanıtımı değil, özetini olduğunu söylemem gerek. kitabı okumaya niyetiniz varsa şuan bu yazıyı okumayı bırakmalısınız. bu bir spoiler alert değil, baya bildiğiniz kitabı anltıyor olacağım. devamsa, o zaman şöyle; slovenya'da yaşayan kütüphaneci hanım kızımız uyku ilaçları içerek intihara kalkışıyor. başarısız denemesinin ardından akıl hastanesinde uyanıyor. cin doktor, doktor igor farklı bir taktik uyguluyor ve kızcağıza aldığı ilaçlardan dolayı kalbinin zarar gördüğünü ve sayılı günleri kaldığını söylüyor. sadece veronika'yı değil, tüm hastaları ve hasta bakıcıları da buna inandırıyor. kızın ölmeyeceğini en başından tahmin etsek de bu bilgiyi son sayfalarda öğreniyoruz. şöyle hero'nun değiştiği, ölmez dediğimiz karakterin öldüğü ve yeni karakter ile hikayenin devam ettiği, bizi şaşırtan kitaplar okuyacak mıyız acaba? coelho'dan bunu beklemiyorum tabii, elinde tutması gereken bir "satılan kopya sayısı" gerçeği varken, deneysellikle uğraşmak egodan sıyrılmış olmayı gerektirir. twitter'da aşağıdaki cümleyi yazmış birinden bu beklenemez. bu cümle buram buram kibir kokuyor.



neyse, veronika aşka geliyor. şizofren eduard'a piyona çalaraktan, eduard karşısında mastürbasyon yaparaktan hiç konuşmayan eduard'a aşık oluyor. cesaretini toplayan ve konuşmaya karar veren eduard ile son geceleri olduğunu düşündükleri gece kaçıp gidiyorlar. bu arada biraz eduard'ın hayatını, biraz diğer hastaların hayatını, biraz hasta bakıcıların ailelerini falan okuyoruz. doktorun taktiği herkesi değiştiriyor. öyle mutlu mesut bir son. bu arada vitriol, acılaşma diye kendi çapında bir tanısı var. monotonlukla alakalı, hiçbir sistem eleştrisi olmayan, saçma sapan bir şey. okur iyice anlasın diye coelho birkaç kez tekrar etmiş ama nafile. anlamadığımdan değil de ikna olmadığımdan vitriol he he diyorum.
kitapta ayrıca rahatsız eden şey, sürekli deliler şöyle, deliler böyle, bunlar öyle bunlar böyle. delinin adı yok, deliliğin tanısı yok. yurdum insanına depresyon, panik atak, sizofreni hakkında azıcık bilgi verse de, hastalar ile empati yaptırmaktan uzak. deliler ve normalin altını çiziyor kanımca. normale dair sarfettiği birkaç cümle de kurtaramamış. empati yapamıyorsak bizden değil. yapamadık. öyle bir hızlıca okuduk geçtik. üzerine bu kadar düşünmek de fazla bile zaten. filmi de varmış. cnbc-e gencliğini etkilemis buffy'den sarah michelle gellar oynuyormuş veronika'yı. onu izleyip onun hakkında da birkaç cümle yazarım belki.

serbest çağrısımla ben nazım hikmet'in vera'ya yazdığı notu paylaşayım da post kendine gelsin :)

6 Ağustos 2015 Perşembe

Snowflake

32 oldum. Hoş ne ben 32 hissediyorum, ne insanlar 32 olduğuma inanıyor. Şu durumda 32 olmuş sayılır mıyım?
Kutlu doğum haftası şerefine, uzunca bir süredir ilgilenmediğim blogumla ilgileneyim dedim. İnsan bir şeyden kopyama görsün, o şeye tekrar dönmek ölüm gibi geliyor.
32. yılımda üç farklı insandan, farklı zamanlarda aldığım kolyeler üzerinden düşüneceğim dünyadaki bu yılımı. Üçü de kar tanesi. Kardan, soğuktan nefret eden insana hakaret gibi. Ama gördükçe de alıştım. Olurmuş gibi geldi. Güneşi tercih ederdim ama insanlara o izlenimi vermemişim, ne yapalım.
Kolyelerin ilki, annemin hediyesi. Gümüş. Anneme kalsa altınını alırdı. Hiç altın takılarını sattığını görmemiş olsam da annemin kafasında kolye bile olsa altın ihtiyaç anında paraya çevrilebilecek bir şey, bir yatırım aracı. Oysa ki hediye satılır mı? Ama annem bilir, altından pek hoşlanmam. O altın rengi, çantanın fermuarında dahi olsa, çantadan soğurum. Diyordum demesine de yüzük aldık bu sene; baya alyans, buram buram altın sarısı. Çok sevdim! Hiç çıkarmıyorum parmağımdan. Yüzüklerimizi tebrik etmek için sevgilimin annesi almış ikinci kolyeyi. Bu altın. Neyse yüzükle birlikte hafiften alışmaya başlamıştım altın olayına. Kar tanesi de yabancı değil zaten. "A ben de gümüşü vardı. İyi tahmin etmişsiniz.Çok teşekkür ederiz." dedim, mutlu oldular; mutlu olduk. Üçüncüsünü yine sevgilimin teyzesi almış. Kolyenin içinde AŞKIM yazıyor. Yine teşekkür etmekten kırılmış bünye ve yüzüme yapışmış gülümse ile aldım, taktım. "Çok güzel oldu.", "Çok yakıştı"lar havada uçuşuyor.
Bu hediye alıp verme alıp verme işi hakikaten çok enteresan. Değer verdiğin biri bir şey istiyordur, bir eksiği vardır, istediği şeyi alacak zamanı olmamıştır falan, alırsın ya da bir şey görürsün, "A tam Zehra'lık" dersin, "alayım da taksın, baksın, okusun" her neyse. Ama hediye almış olmak için almıyor muyuz, almıyorlar mı, içimi sıkıyor artık. Görüldüğü üzere çok yaratıcı da değiliz bu konuda. Kendimiz de bir şey yapmıyoruz, stereotipe uygun piyasanın bize sunduğu bir nesneyi alıp, tutuşturuyoruz karşımızdakinin eline. Manavdan sebze alır gibi. Hoş "Sana Anamur muzu aldım, sen çok seviyormuşsun" deselerdi, gerçekten çok mutlu olabilirdim. O zaman bilirdim, beni düşünmüşler, geçmişi düşünmüşler, nelerden hoşlandığım, neleri sevdiğim konusuna dikkat etmişler diyebilirdim. Malesef. Hediye almak güzel, düşünmeleri hoş. Şimdi ukalalık da değil tabii ki amacım. Ama bu şekilde mi olmalı? Bu mudur?

2 Haziran 2014 Pazartesi

Which kanal?

Yıllarca bize şiddetle bir şeyin çözülmeyeceği, hakkımızı demokratik yollarla; seçimlerle, mahkemelerle, dilekçelerle, şikayet mektuplarıyla aramamız öğretildi. Sistemin izin verdiği hareket alanıyla yetinip olay çıkarmadan sorunları çözüp mutlu mesut yaşayacaktık. Sistemdeki her organ bizim iyiliğimiz için vardı, görevini yapıyordu, vergilerimiz yol-su-elektrik olarak geri dönüyor, sistem işliyordu. İstanbul kömürden ve fabrikaların denetlenemediğinden (!) dolayı gri olabilirdi. Teknolojik anlamda Batı'nın birkaç fırın gerisinde olduğumuz için metromuz olmayabilirdi. İstanbul büyüyordu, trafiğin sıkışması ve 10 cm karda hayatın durması, okulların tatil olması olağandı. Tüm memurlar çok yoğun ve çok yorgun olabileceği için kötü muamele görebilirdik; doktor azarlayabilir, polis dövebilir ve hatta askerde eğitim zayiatı olarak ölebilirdik. Aylarca mahkemelerin sonuçlanmasını bekleyebilirdik, dilekçelerimiz oradan oraya gönderilebilir ve sonuçta hiçbir cevap alamayabilirdik. Çünkü biz Batı'yı yakalamaya çalışan, eğitime önem veren, iyi niyetli bir insanlardık.  Halk olarak ezikdik, 2. sınıf vatandaş muamelesi görmemiz normaldi. Üstelik her horoz kendi çöplüğünde ötüyordu. Memur hastanede aşağılanabilir, hastalığı hakkında tek kelime bilgi almadan, elinde reçetesi doktorun odasından çıkabilirdi. Doktor yeni evinin tapusunu almaya gittiğinde, aynı memurun kendisiyle aynı tavrına maruz kalabilir, elinde evraklar oradan oraya koşuşturabilirdi. Herkes çoğun, çok yorgundu. Ama eğitim önemliydi. Doktor eğitimsiz miydi? Memur? Değillerdi pek tabii. Kendi çöplüklerinin horozlarıydı onlar ama. Biz de bir çöplükte horoz olmak istiyorsak çalışacaktık, okuyacaktık. 2milyon kişinin girdiği ÖSS sınavında, üniversitelerin kontenjanlarının toplamının 600bin olması önemli değildi. Çalışırsak yapardık! Kurtuluşumuz bireyseldi.
Fakat sonra, hayatımıza globalleşme girdi. Kapitalizmi iliklerimizde hissettik. Kaldırımlar yapıldı, söküldü, yapıldı söküldü. Yollar yapıldı, çöktü, yapıldı. Binalar yaptık bol bol. İhaleler, ihaleler, ihaleler. Ana akım medyanın dışında alternatif habercilik ile, haber almamız kolaylaştı. Evimizde bilgisayar başında, doldukça dolduk. Batı'yı tanıdıkça, onlardan hiçbir farkımızın olmadığını keşfettik. Avrupa Birliği uyum süreci de işimizi kolaylaştırdı. Artık turistin bizim için başka bir anlamı vardı. Müşteri memnuniyeti bizim için de geçerliydi. Para başka yerden akmaya başlayınca, Avrupa Birliği Destek paketlerini es geçip yüzümüzü paranın kaynağına döndük. Biz de yastık altından çıkardık altınlarımızı, bankaya yatırdık. Ülkece altın karşılığı başka hammaddelerin tedariğinin, hasır altı ödemelerin parçası olduk.

Misal:
http://www.milliyet.com.tr/sabiha-gokcen-de-tarihi-vurgun/gundem/gundemdetay/24.02.2013/1672889/default.htm
Polimeks'i tanımam etmem ama yaptığı açıklama enteresan: 2. İhraç edilmek istenen altının kullanım amacı, uluslararası ambargonun etkilediği ülkelerden bankalar vasıtası ile ödeme yapılamayan inşaat malzemelerinin temini maksadı ile ihraç edilmek istenmiştir. (Kimin eli kimin cebinde? Kafalar karışık. Türkmenistan değil heralde bahsettiği ambargoya maruz kalmış ülke. Kayıtdışı ekonomiye gel. Geçen gün arkadaşlarla toplandık, bakkal işletiyoruz.)
3. Gümrük yetkilileri tarafından ele geçirildiği söylenen altın, iddia edildiği gibi “kaçak” değil, kayıtlı ve faturalı bir mal olup, İstanbul Altın Rafinerisi’nden satın alınmıştır. (Altın kaçak demedik zaten, altınla satın alacağın her neyse onu yasal yollarla almadığın aşikar. Ya tanımayalım ambargoyu, küçük büyük tüm şirketler ticaret yapsın bu ülkelerle ya da öyle sadece adamı olanın yapmasına engelleyelim. Buradaki gibi.)
4. Haberde belirtildiği gibi altının miktarı 1.3 ton olmayıp, 190 kilogramdır. (Not. Şuan altının kg 40bin dolar, 190kg bile 7.6milyon dolar ediyor.)
5. Altının yurtdışına çıkarılması, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu gereğince tamamen serbesttir. Ayrıca altının ihracında herhangi bir gümrük vergisi yoktur.
---Bu kısım bambaşka bir yazı olmaya başladığı için devam etmiyorum.--


Şimdi, bireysellikle kurtulamayacağımızı gördük. İnsanız, insan gibi muamele görmek istiyoruz. Doktorundan, polisinden, memurundan, hakiminden ve tüm bunlar da birbirlerinden. Devlet baba değil artık bizim için, bizi sömürmesin, bize yalan söylemesin, bizi aldatmasın istiyoruz. Görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz ve konuşuyoruz artık. Bir insanın kafasının açık veya kapalı olması ile ilgilenmiyoruz, bu onun hayatı. Bizim hayatımıza müdahale ettiğinde, bizi ötekileştirmeye çalıştığında başlıyor sorun. İşin acı tarafı, biz onun insanca yaşama hakkı için de konuşuyoruz. Ama bu kadar koyun olmasını sindiremiyoruz. Umudumuz kırılıyor. O değişmeden, değişmeyecek bu baskılar biliyoruz. Sakince bekliyoruz. Canının yanmasını, 30 Mayıs 2013'ten daha kalabalık sokağa döküleceğimiz günü bekliyoruz. Gecenin bir vakti "Sevgilim uyan. Başladı!" diyerek, yüzümüzde kocaman gülümsemeyle ve umutla tencere tavayla yine insanları uyandırıp, ama bu sefer o kadın ile birlikte sokağa çıkacağımız gün gelecek. İşte bu onları çok korkutuyor sevgilim.

7 Mayıs 2014 Çarşamba

içim dışım..

içimde ne varsa döktüm ortaya. "böyleyken böyle, şöyleyken şöyle" dedim. bilememişim; öyle olmazmış, değişmem gerekiyormuş, daha çok, çok daha çok. peki, kabul. hazırım! ama nereye kadar? nereye kadar ben haksız olacağım? allahın yok be dünya!

önüme bakıyorum şimdi. hüzünle kucaklıyorum içimdekileri. yaşadığım her anı, bana yaşatılan en ufak acıyı, sevinci. hepsini tek tek sarıp sarmalıyorum; öpüp kokluyorum. az ötedeki çöpün yanına bırakacağım birazdan. kurtulacağım tüm o yükten. değişeceğim. sorunsuz bir insan olacağım.

bencilliğin dibine vurabilirim bu arada. önemli değil muhtemelen o. zira bu işler hep başkalarını düşünerek olmuyormuş..

9 Nisan 2014 Çarşamba

24 Haziran 2013 Pazartesi

23 Haziran 2013 Pazar

14 Haziran 2013 Cuma

gün olur devran döner

dünya dönüyor.. kaderimizi yazıyoruz, çiziyoruz; yazıyoruz, siliyoruz; yazıyoruz, yaşıyoruz.. dünya dönüyor. biz dönüyoruz. zaman zaman dünyamız duruyor; bizim kafa bir dünya, dönüp duruyor. dön babam dön. pun not intented. sen dönme. sen geldiğin yere dön. buraya geldiysen de git. ey hayalet!

hayal ediyorum bazen. her şey normale dönmüş, ben normal olmuşum, işim eşim her şey normal. sonra diyorum, normal ne ki?  silkelenip dünyaya dönüyorum.

sonra işe gidiyorum, eve dönüyorum. eve gidiyorum, işe dönüyorum. bu nasıl bir döngüdür diyorum. kendimi sokağa atıyorum. saatler geçiyor, kendimi evde buluyorum. hiç gitmemişim aslında dışarı, kafa ev kafası. melankoli basıyor. "ev sana yaramıyor" diyor sevgilim. dönüp durmak bana yaramıyor aslında, biliyorum da susuyorum. yokmuş gibi yapıyorum.

kırmak gerekiyor bu döngüyü. fakirin elinde bir umut işte. devran döner belki diyor. nasıl bir şeyse hep aynı yere dönüyor. benle ilgili değil. saçmalık onda. ben sürüklenip gidiyorum. bakalım nereye kadar..

10 Haziran 2013 Pazartesi

28 Mayıs 2013 Salı

yüz mum

evet, bugün yüz yaşıma basmış bulunuyorum. bir asrın hatıraları var kafamın içinde dönüp dolaşan. bir kokuyla gidiyorum 10 yıl öncesine, bir kelimeyle 20 yıl  öncesine, bir bakışla 50 yıl.. dün ne yediğimi ya da oturduğum koltuktan neden kalktığımı unutuyorum da yüz yılın en az elli yılı o kadar net ki. hatırlanmayasıca yıllar! et yemediğimden midir nedir? doktorlar da o kadar söylediydi, et yememek sağlıklı değilmiş diye, haklılık payları varmış. şimdiki aklım olsa ölümüne yerdim inekleri, tavukları, atları, eşekleri. onları yeseydim, belki de şuan kendi kendimi yiyor olmazdım, her şeyi unutmuş olurdum. ellerimde kırışmayan tek milimetre kare kalmadı, her yerimde yaşlılık benekleri, ben hala 6 yaşımda çektiğim acılardan bahsediyorum. hayat ne menem bir şeysin sen? bit artık yahu! bit!

torumun torununu gördüm. annemin, abimin, kocamın, arkadaşlarımın ölümünü gördüm. bir ben kaldım. hem de saçma sapan bir hafızayla. hiç bitmeyeceksin diye korkuyorum. korkutma allasen!

16 Şubat 2013 Cumartesi

maymun


kafamın içindekileri masamın üzerine saçılmış durumda. sırasıyla, 20 yaş görüntüme tezat, yorgun, bakımsız bedenim. 70 yaşında hissediyorum şuan kendimi. hoş ne 20 yaşındayım, ne 70. oldum olası tutturamadım zaten bu yaş/görüntü/hissetme zamanını. 10 yaşımda 25 yaşındaydım, 20 yaşımda 15 diyorlardı, 30a geldim kafaları karıştırıyorum. devam edelim.. kulağımda olması gereken kulaklık, kulağımdan çok uzakta. içip bitirdiğim onlarca sigaranın ardından yaktığım son sigara.. uzansam, bir fırt çeksem mi? az sonra belki.. içki.. aynı şekilde, bir yudum alsam mı? az sonra belki. devam. şarjı bitmiş bir telefon. hem de sahip olmaktan hiç hoşlanmadığım iphone. hemen yanında, 3 aydır içindeki mp3leri değiştirmediğim ipod. severim kendinisi o ayrı. yine de sanırım üçte biri anca doludur ve artık içindeki her parçayı adımdan iyi bilir durumdayım. boş sigara kutusu, çünkü sigaraların hepsi beyaz kutuda. malesef yokluğu hala stress yaratmakta. yine olması gereken yerden çok uzakta duran bir kol saati. ve dört maymun. silkelenip kendime gelmem gerekiyor.
dört maymun güzel çıkış noktası sanırım. güzelliği arayıp ona bakmalıyım, bir şeyler dinlemeli ve izlemeliyim. ve gidip sevgilime sarılmalıyım. ha bir de, içkim bitti ya benim. 

15 Ocak 2013 Salı

asimov's love of robots


tübitak'a selam ederim..


neden selam ederim? işte bu yüzden:

bu da bana..

hep okuyana mı olacak canım, bu da bana. olur da bir gün hesap makineleri çalışmazsa, çarpmayı hızlıca yapan insan olarak bir artım olur belki.. hayal işte benimkisi..