I don't know if I told you, but I'm seeking sanctuary
You'll never guess the things that I do
I'll have the devil round for tea
Don't you know that I'm here beside you
Can't you see that I can't relax
When I saw you in my rearview
You could've stopped me in my tracks
I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to
You can take me to an island, ride across the stormy sea
We can worship pagan idols, there together you and me
Why don't you run over here and rescue me?
You can drive down in your car
Why don't we both take a ride and turn that key
We'll drive at 60 miles an hour
I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to
I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to
I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to
I'll be there for you when you want me to
I'll stand by your side like I always do
In the dead of night it'll be alright
'Cos I'll be there for you when you want me to
sigara ve alkolden dilim uyuştu sanırım. yoksa dil uyuşması başka bir şeye mi delalet ediyordu? her neyse, zaten artık her kimin rüyasıysa bu bitsin. yoksa sana söylüyorum, rüyaya dalan kişi, kabusun olma yolundayım, bilesin! sıçrayıp uyanma vaktin geldi de geçiyor. rem uykusu falan yalan, neredeyse 29 yıllık bir rüya bu. yedi uyayanlardan mısın arkadaşım?! bu ne uykuymuş. bir de nasıl bir hayalgücüymüş seninkisi?! mutlu eder gibi yap ama mutlu olmasın, her şey iyi gider gibi olsun ama iyi gitmesin, ortada bir problem yokmuş gibi olsun ama ben burada depresyona gireyim. bu nasıl iştir ben anlamadım. ben sensem, böyle saçma sapan bir rüyayı neden gördüğünü, nasıl bir katarsis yaşadığını da çözüyor olmam gerekmiyor muydu?! yok ama, null. uğraşmıyorum da ne derdin olursa olsun. bittim. artık kabusunum, benden söylemesi!
Parçaların bağlantısını kuramıyorum. Bütüne dair edecek büyük laflarım yok.
Sayfaları karıştırıyorum, internet sitelerinde dolaşıyorum, tekrar tekrar filmi
izliyorum; bir harften, bir kelimeden medet umuyorum. Kafamda şimşekler
çaktıracak, zihnimin hiç de boş bir levha olmadığını bana kanıtlayacak,
“eureka!” diye bağırmama sebep olabilecek, tek bir kare, tek bir kelime, tek
bir harf.. Ama nafile.. “Bir başlangıç cümlem olsa” gerisi gelir diyorum. Ya da öyle olmasını umut ediyorum. “Horatius
bana söylemiştir o lafı, evet” diyorum; “başlamak, yarı bitirmektir”. Yelkovanı geçtim de akrebin bu acelesini
kavrayamıyorum. Umudumu da yavaş yavaş kaybediyorum sanırım. İlkin, hala
başlayamadım. İkincisi de, biliyorum ki başladığım şeyler genelde bitmiyor. Ben
bitirmiş gibi yapıyorum, onlar bitirilmiş gibi yapıyor. Ama aslında parçalar
halinde etrafa saçılmış durumda her şey. Benim parçalarım, benden parçalar..
Bir bütünlük yok. Ve yine başladığım yerdeyim işte. Umutsuzum kesinlikle. Yeri
gelmişken, döngüselliği bozmamak adına, hemen Horatius'un başka bir lafını
hatırlıyorum ve bunu aynı zamanda hatırlatıyorum da: “niye gülüyorsun, değişik
isimlerle anlatılan senin hikayen”. Evet,
tamam bu olsun giriş cümlem. Farkındayım benim bile değil bu cümle. Varsın
benim olmasın, önemli olan katılmak.
“De te fabula narratur”(anlatılan hikaye senin hakkında/anlatılan senin
hikayen)dan, “de nobis fabula narratur”a (anlatılan bizim hikayemiz) geçme
vakti. Ama ondan önce, parçalanmışlığımın daha net anlaşılması için, sanırım
konumumu biraz açıklamam gerekir. Ben hiçbir alanın içerisinde, malesef ki,
değilim. Ya da belki de aynı anda birden çok alanın, “alana yeni giren
kişi”siyim. O kadar yeni ve o kadar hırstan uzak ki bu alanlara girişim, alanı
dönüştürme çabasına/isteğine/uğraşısına sahip olmaktan bir hayli uzağım.
Felsefeyi terk etmiş, sosyolojinin kendisini terk edeceğini düşünen;
sinemaseverim. Başka bir deyişle, disiplinlerarasının amatör olarak doruğundayım.
Hiçbiriyle ilgimin profesyonel olmadığı açık, maddi bir kazanç sağlamadığımı da
söyleyebilirim. Ama yine de, Latince “sevmek” anlamınadaki “amare” kökünden
gelen “amatör” yerine, İtalyancadan ithal, “bir konuda, özellikle sanatta,
geniş ama yüzeysel ilgisi olan kişi” anlamına gelen “dilettante” kelimesi benim
için daha uygun olacaktır. Kısacası,
“ortaya karışık” bir insanım, “ben böyleyim”.
Buradan itibaren yazacaklarım da bir “dilettante”nin “öznel okuması”
olarak düşünülebilir.
Fabulaya dönecek olursak, Peeping Tom (1960), karşılaştığım bütün
makalelerde, “Michael Powell'ın Peeping Tom”u olarak geçiyor. Sinema ve Toplum
dersinde izlerken de farklı değildi. Oysa, Michael Powell bu filmin yönetmeni,
senaryoyu (original story and screenplay) yazan kişi ise Leo Marks. Bu filmin
önemi, görselliğin kullanılış biçimiyle alakalı değil. Filmdeki ışığın,
renklerin, müziğin, kameranın kullanımının bu filmin alt-metinini
değiştirmeyeceği ortada. Ana karakterimiz Mark Lewis'in kurbanlarını öldürme
sahnelerinde hakim renk kırmızı değil de siyah ya da yeşil olsaydı ya da öyle
bir hakim renk olmasaydı, biz yine de hikaye üzerinden aynı yorumları yapar,
aynı şeyleri düşünürdük. Karakter seçimi, karakterlerin cinsiyetleri,
karakterlerin toplumsal konumları da aynı şekilde filmin detayları ama
alt-metinin detayları değiller. Tabii
ki, bütün detaylar farklı olsaydı, mesela ana karakterimiz zenci bir kadın
olsaydı, 1960ları da göz önünde tutup çok farklı okumalar yapılabilirdi film
üzerinden. Yine de, hali hazırda bulunan yönetmenliğe ve filme ilişkin
alt-metinimizde çok büyük değişikler olmazdı. O açıdan, filmi 1979'da tekrar
ortaya çıkaran ve Powell'in filmlerinin hayranı olan Martin Scorsese'nin
“Fellini'nin 8½ ile birlikteMichael Powell'ın bu filmi, sinema yönetmenliği
hakkında söylenebilecek her şeyi içeriyor” yorumu eksik kalıyor.
Üstelik büyük bir olasılıkla hikaye, filmin orijinal hikayesinin yazarı Leo
Marks'ın da orijinal fikri değildi. Filmin İngiltere prömiyerinden (7 Nisan
1960) 7 ay önce (18 Eylül 1959) Amerika'da San Quintin Eyalet Hapishanesi'nin
gaz odasında Harvey Murray Glatman adında bir seri katilin infazı
gerçekleştirilmişti. Sadomazoşist cinsel
eğilimler gösteren Glatman, kurbanlarını, ucuz dergilerde (pulp fiction) yayınlanacağını söyledeği fotoğraflarını
çekme bahanesiyle kandırmış, onlara tecavüz ettikten sonra da onları boğarak
öldürmüştü. Seri katil olmanın dışında Mark Lewis ile benzeştiği nokta ise, tüm
bu süre zarfında, Glatman kurbanlarının fotoğraflarını çekmesiydi. Evet,
kamerasını cinayet aleti olarak kullanmaz belki ama aldıkları hazzın aynı
olmadığını iddia da edemeyiz sanırım. İnfaz edilen Amerikalı Glatman'ı “çok
yönlü adamı/çok bilgili kimse” (“polymath”) olan İngiliz Leo Marks'ın duymamış
olma olasılığı çok küçüktür. O nedenle,
Martin Scorsese'nin ve bizim asıl takdir etmemiz gereken kişi, belki de Harvey
Murray Glatman'dır. Çünkü bu anlatılan “suus fabula” (onun hikayesi); “his
story”, başlı başına “historia” olabilir.
2001 yapımı Hedwig ve Kızgın Çıkntısı (Hedwig and the Angry Inch) ise bu
anlamda bir John Cameron Mitchell filmi. Film, aslında bir müzikal tiyatro
oyunu uyarlaması. İki yıl boyunca Off-Broadway'de oynamış. Oyun yazarı da yine
Mitchell ve müziklerini yapan ise Stephen Trask. Film, bir “transgender”ın
otobiyografik öyküsünü anlatıyor. “Drag queen” olan ana karakterimiz Hedwig'i
yine Mitchell oynuyor. Stephen Trask'in canlandırdğı Skszp ise Hedwig'in müzik
grubunun üyesi. Başka bir deyişle, John Cameron Mitchell filmi yazıp yönetip
aynı zamanda da filmde başrol oynuyor. Anlatılan kesinlikle onun hikayesi;
takdir edilmesi gereken o. Kurmaca
tarafı ağır bassa da Mitchell ve Hedwig arasındaki benzerlik, gerçekte kimin
otobiyografisi olduğunu karıştırmamıza neden olabilecek ölçüde. Her ikisinin
cinsel “tercih”i aynı. Ayrıca, fotoğraflarından anladığım kadarıyla, Trask de eşcinsel
ama filmde bu anlaşılır değil. Başka bir grup üyesi ve bir dönem sevgilisi olan
Yitzhak ise Miriam Shor tarafından canlandırılıyor. Yitzhak'ın kadın olduğu
kesinlikle anlaşılamıyor. Sonuç olarak, bu öyle bir film ki bir yanda kadın
kıyafetleri giyen ve ağır makyaj yapan bir erkek, diğer yanda erkek gibi
görünen bir kadın karşımıza çıkıyor. Cinsiyetler, cinsel “tercihler”,
karşımızda hangi cinsiyeti gördüğümüz, hangi cinsiyetin bize gösterildiği tüm
sorularla bizi baş başa bırakıyor.
Üstelik bunu yaparken bizi erosa kadar götürüyor. Origin of Love (Aşkın Kaynağı) isimli
parçanın sözlerinin büyük bir kısmı Eflatun'un Şölen – Sevgi Üstüne kitabından
Aristophanes'in konuşmasından.
Mitchell'in anlatacak bir derdi, bizlere söyleyeceği bir sözü vardı ve
onu söyledi, onu anlattı. Peki neden?
***
(yeri gelmişken filmden bir sahneyi/klibi de öneririm)
***
Michael Powell'ın bir derdi vardı, John Cameron Mitchell'in başka bir derdi
ve biz de bu insanların çektiği bu filmleri izledik, dertlerini dinledik.
Yönetmenlik aslında neymiş onu gördük, eşcinsel olmak Mitchell'in bulunduğu
ortamda nasıl bir şeymiş onu gördük; seri katilleri, kurbanları, ihanet
edenleri, ihanete uğrayanları, ezilenleri büzülenleri hepsini ilgiyle izledik.
İşlenmemiş ve izlenmemiş herhangi bir konu kaldı mı bilmiyorum, kalmışsa da bu
çok ilginç bir durum. Sinemanın etkisini, filmin etkisini göz ardı etmiyorum
ama tüm bu filmler arasında “Hedwig and the Angry Inch”i kaç kişi izlemiştir,
“Peeping Tom”u kaç kişi izlemiştir, sürekli ismi geçen “Godfather” serisini kaç
kişi izlemiştir? Filmin toplumu etkilemesi sadece vizyonda gösterildiği süre
ile mi sınırlıdır? Filmler günümüz koşullarında gerçek anlamda toplumu
dönüştürebilir mi? Toplumun dönüşümü tek bir yönden olabilir mi?
Özetle, bazen tüm bu bilgi açgözlülüğünün masturbatif bir eylem olmaktan
öteye gitmediğini düşünüyorum. Her alanın sınırları kalın kalın çizilmiş.
Eyleyicileri başka alanların eyleyicileri ile iletişim kuramaz durumda.
İletişim kurduğu anda, alan içerisindeki konumu belli edecek ve farklı
alanlarda olduklarını hatırlatacak kavramlar, olgular, olaylar, şeyler peş peşe
sıralanıyor. Sanat söyleşilerine sanatçılar, sosyoloji söyleşilerine
sosyologlar, felsefe söyleşilerine felsefeciler katılıyor. İki farklı disiplinden
sosyalbilimci bir araya geldiğinde birbirlerini anlamıyorlar. Neden birisi
“gerçek” deyince diğeri “gerçek ne” diye soruyor? Neden her şey bu kadar
karışık? Ve insan neden konudan konuya atlar? Söyleyeyim çünkü tüm bunlar
arasında parçalanmıştır. Aç gözlü maymun misali bir o dala bir bu dala
atlamaktadır. Bir gün yere düşecektir elbette. O zaman maymunluktan çıkıp
ayakları üstünde durmayı öğrenirse, kurda kuşu yem olmadan, büyük laflar eden
büyük insanlardan olabilir belki. Ama şimdilik “küçük adam”dır ve dinlemekle
yetinir. Üstelik uykusu da gelmiştir.
dün evden çıkarken son anda ipod'umun şarjının uzun zaman önce bittiğini ve yine uzun zamandır çantamda okuyacak bir şeyler olmadığını hatırladım. son bir kaç haftadır kafam çok dağınık ve bir o kadar da karışık olduğu için, bir süredir otobüste camdan dışarı bakıyormuş gibi yapıyordum. en sevdiğim 3 dakikalık parçalarda bile ölümüne sıkılıyordum. hoş hala sıkılıyorum, ama sıkı can tam annelik, çıkmıyor. kitap okumak da haliyle işkence gibi geliyordu. sadece üçüncü, beşinci kez izlediğim filmleri ve dizileri izleyebiliyordum. onların da en yormayanını elbette. böyle bir ruh halindeyken, raftan bir kitap almaya karar verdim. yine yormayacağını bildiğim, daha önce okumuş ve unutmuş olduğum bir kitaptı aradığım. elime kendini prens sanan kurbağa geldi. galatasarayda'yken elifcan'dan aldım sanırım ya da o önermiştir ben kitapçıdan almışımdır, şimdi hatırlamıyorum. kadıköy'den levent'e gidip yine aynı yere geri dönmem gerekiyordu. vapur-otobüs-otobüs-vapur'da okudum. bir de baktım yüz küsür sayfa okumuşum bile. bugün yine bir otobüs yolculuğu yaptım otuz-kırk dakika ve kitap bitiverdi.
sine-roman demiş sabri kaliç, bence deneysel kısa öykü. başlangıçta casting vermiş. yan karakterler dahil herkesi biriyle eşleştirmiş. gayet gereksiz bir bölüm olmuş. ilki onları zaten akılda tutmak ve yeri geldiğinde eşleştirmeye çalışmak yorucu ve kitap okumaya ters. benim kafamdaki aslı, leyla ile mecnun'daki sedef'e benziyordu mesela. hayır sabri kaliç, oldu olacak düşündüğün mekanın, hatta mümkünse sahnenin fotoğrafını da koysaydın. a hatta ilkokulda falan defterlerin bir köşesine hareket eden çöpadamlar çizerdim, onun gibi yapabilirdin, tam sine-roman olurdu. sessiz sine-roman. ana hikaye güzel gidiyordu, güzel bitemedi. yan hikayeler gayet eğlenceliydi, onlar da pek kısaydı. genç adam ya da birinci tekil şahsımız gayet güzel bir karakter olmuş fakat onun da biraz daha cisimleşmeye ihtiyacı vardı bence.
ama anlatımın üçüncü tekil şahıs ile birinci tekil şahıs arasında gidip gelmesi, sine-roman etkisinden ziyade, bu olayın içine girene kadar okucuyu (benim burda evet) düşündüren, eğlenci bir egzersiz olmuş. ama ona da tam alışmışken kitap bitiverdi.
sabri kaliç, buradan sana sesleniyorum, diğer kitaplarını okumadım, zaten çoğu çeviriymiş. ama böyle bir kitap yazman gerekiyor, ben böyle bir kitap daha okumak isterim. biliyorum, insanlar da okumak ister. hayır, ben yazarsam şimdi "taklit" derler, "her taklit orijinaliteyi barındırır" demez kimse, o yüzden sen yaz lütfen de okuyalım. ama bu sefer hikaye kurgusu daha başarılı olsun ki kitabın tadından yenmesin. bak ismini bile buldum kitabın: kendini kurbağa sanan prens. (sonuna noktayı da koyalım ama.)
hi bir de yoğurtlu spagetti aşkına, küçük kırmızı balık değil o sabri kaliç! bilerek yaptıysan hiç komik değil, bilmeyerek yaptıysan, sana bir soru işareti ve bir ünlem gönderiyorum: ?!
şöyle düşünün; bir yere yemeğe gittiniz. mekan çok güzel, çok şık. görevliler pek sıcak. "pek mutluyum, iyi ki gelmişim buraya" deyip yiyecek bir şeyler söylediniz. bu arada tabii ki, beklentileriniz gayet yüksek. yemek geldi. sunum da pek kaliteli. ama yediğiniz yemek bir şeye benzemiyor. çok basit hatalar yemeğin tadını ortalamaların altına çekmiş. yemiş olmak için yiyorsunuz ama içten içe de "ne de güzel başlamıştı" diye hayıflanıyorsunuz. işte bu film, insanın ağzında tam olarak böyle bir tat bırakıyor.
yönetmeni alex proyas. filmografisinde the crow, i,robot var. john koestler karakteri ile nicholas cage de baş rolde. başlangıç sahneleri de hiç fena değil. haliyle filmin en azından ortalama bir film olmasını bekliyor insan. yazık.
hikaye, lucinda isimli minik kızın zaman kapsülüne bir dizi sayıların bulunduğu bir kağıt koymasıyla başlar. lucinda yazmayı bitirmemişken, kağıt elinden alınır ve 50 yıl sonra açılmak üzere kapsüle konur. kızcağız yarım kalan işini tırnaklarıyla kapıya kazıyarak bitirir. 50 yıl sonra, john'un oğlu caleb de, aynı yaşlardadır ve aynı okula gitmektedir. kapsül açılır, caleb'e lucinda'nın mektubu çıkar. buraya kadar hiç fena değil, değil mi? buradan sonra klişeler, oturmayan ya da tamamen gereksiz karakterler, bir anda malum olan bilgiler, inatla kendi bildiğini yapan sinir insan tipleri filmi oluşturur. john önce bir kısım rakamların tarih ve o tarihte ölecek olan insan sayısını işaret ettiğini çözer. tansiyonu yükseltmek için kullanılan arkadaş karakteri olmamıştır. john'a inanmaz elbette, ama argümanları o kadar basit ve saçmadır ki, artık yedi yaşındaki çocuklar bile daha mantıklı cümleler kuruyor. hele de böyle bir neslin yetiştiği bir dönemde, bu filmin hiç şansı yok. dönelim filme, john, lucinda'nın kızını bulur. kızının da caleb yaşlarında bir kızı vardır. falan da filan da. bu arada john lucinda'nın öngördüğü iki olaya tanıklık eder. bu bilgilerin kendisine gönderildiğine, ulvi bir amacı olduğuna inanmışken ve bizi de inandırmışken, bir anda aslında olayın kendisi ile hiç bir alakası olmadığını fark eder. güneş patlamalarından birinin dünyaya ulaşacağı ve herkesin ölümüne neden olacak tarihtir aslında son tarih.
bu arada hikayede amaçlarının ne olduğunu bilmediğimiz, x-files vari, siyah paltolu adamlar vardır. onu atlamasaydım iyiydi. adamlar telepatiktir, çocuklarlakonuşur bir tek. sonunda da çocukları alıp, büyükleri bırakırlar. bizim iki küçük afacan, başka bir gezegen olduğunu tahmin ettiğimiz bir yere indirilir, burçak tarlasında koşmaya başlar.
neresinden tutsam bilemedim. gerilimler olmamış, climax tamam da çözülme pek alakasız. madem olay çocuklardı, oradan girip oradan devam etseymiş. ne diye nicholas cage'i ordan oraya koşuşturdun be adam. caleb karakterini sağlamlaştır, john yardımcı karakter olarak kalsın, pek mütiş olur. ama olmamış.
dark city de alex proyas'ınmış. onu pek hatırlamıyorum. onu da bir izleyeyim bakalım.