2 Haziran 2014 Pazartesi

Which kanal?

Yıllarca bize şiddetle bir şeyin çözülmeyeceği, hakkımızı demokratik yollarla; seçimlerle, mahkemelerle, dilekçelerle, şikayet mektuplarıyla aramamız öğretildi. Sistemin izin verdiği hareket alanıyla yetinip olay çıkarmadan sorunları çözüp mutlu mesut yaşayacaktık. Sistemdeki her organ bizim iyiliğimiz için vardı, görevini yapıyordu, vergilerimiz yol-su-elektrik olarak geri dönüyor, sistem işliyordu. İstanbul kömürden ve fabrikaların denetlenemediğinden (!) dolayı gri olabilirdi. Teknolojik anlamda Batı'nın birkaç fırın gerisinde olduğumuz için metromuz olmayabilirdi. İstanbul büyüyordu, trafiğin sıkışması ve 10 cm karda hayatın durması, okulların tatil olması olağandı. Tüm memurlar çok yoğun ve çok yorgun olabileceği için kötü muamele görebilirdik; doktor azarlayabilir, polis dövebilir ve hatta askerde eğitim zayiatı olarak ölebilirdik. Aylarca mahkemelerin sonuçlanmasını bekleyebilirdik, dilekçelerimiz oradan oraya gönderilebilir ve sonuçta hiçbir cevap alamayabilirdik. Çünkü biz Batı'yı yakalamaya çalışan, eğitime önem veren, iyi niyetli bir insanlardık.  Halk olarak ezikdik, 2. sınıf vatandaş muamelesi görmemiz normaldi. Üstelik her horoz kendi çöplüğünde ötüyordu. Memur hastanede aşağılanabilir, hastalığı hakkında tek kelime bilgi almadan, elinde reçetesi doktorun odasından çıkabilirdi. Doktor yeni evinin tapusunu almaya gittiğinde, aynı memurun kendisiyle aynı tavrına maruz kalabilir, elinde evraklar oradan oraya koşuşturabilirdi. Herkes çoğun, çok yorgundu. Ama eğitim önemliydi. Doktor eğitimsiz miydi? Memur? Değillerdi pek tabii. Kendi çöplüklerinin horozlarıydı onlar ama. Biz de bir çöplükte horoz olmak istiyorsak çalışacaktık, okuyacaktık. 2milyon kişinin girdiği ÖSS sınavında, üniversitelerin kontenjanlarının toplamının 600bin olması önemli değildi. Çalışırsak yapardık! Kurtuluşumuz bireyseldi.
Fakat sonra, hayatımıza globalleşme girdi. Kapitalizmi iliklerimizde hissettik. Kaldırımlar yapıldı, söküldü, yapıldı söküldü. Yollar yapıldı, çöktü, yapıldı. Binalar yaptık bol bol. İhaleler, ihaleler, ihaleler. Ana akım medyanın dışında alternatif habercilik ile, haber almamız kolaylaştı. Evimizde bilgisayar başında, doldukça dolduk. Batı'yı tanıdıkça, onlardan hiçbir farkımızın olmadığını keşfettik. Avrupa Birliği uyum süreci de işimizi kolaylaştırdı. Artık turistin bizim için başka bir anlamı vardı. Müşteri memnuniyeti bizim için de geçerliydi. Para başka yerden akmaya başlayınca, Avrupa Birliği Destek paketlerini es geçip yüzümüzü paranın kaynağına döndük. Biz de yastık altından çıkardık altınlarımızı, bankaya yatırdık. Ülkece altın karşılığı başka hammaddelerin tedariğinin, hasır altı ödemelerin parçası olduk.

Misal:
http://www.milliyet.com.tr/sabiha-gokcen-de-tarihi-vurgun/gundem/gundemdetay/24.02.2013/1672889/default.htm
Polimeks'i tanımam etmem ama yaptığı açıklama enteresan: 2. İhraç edilmek istenen altının kullanım amacı, uluslararası ambargonun etkilediği ülkelerden bankalar vasıtası ile ödeme yapılamayan inşaat malzemelerinin temini maksadı ile ihraç edilmek istenmiştir. (Kimin eli kimin cebinde? Kafalar karışık. Türkmenistan değil heralde bahsettiği ambargoya maruz kalmış ülke. Kayıtdışı ekonomiye gel. Geçen gün arkadaşlarla toplandık, bakkal işletiyoruz.)
3. Gümrük yetkilileri tarafından ele geçirildiği söylenen altın, iddia edildiği gibi “kaçak” değil, kayıtlı ve faturalı bir mal olup, İstanbul Altın Rafinerisi’nden satın alınmıştır. (Altın kaçak demedik zaten, altınla satın alacağın her neyse onu yasal yollarla almadığın aşikar. Ya tanımayalım ambargoyu, küçük büyük tüm şirketler ticaret yapsın bu ülkelerle ya da öyle sadece adamı olanın yapmasına engelleyelim. Buradaki gibi.)
4. Haberde belirtildiği gibi altının miktarı 1.3 ton olmayıp, 190 kilogramdır. (Not. Şuan altının kg 40bin dolar, 190kg bile 7.6milyon dolar ediyor.)
5. Altının yurtdışına çıkarılması, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu gereğince tamamen serbesttir. Ayrıca altının ihracında herhangi bir gümrük vergisi yoktur.
---Bu kısım bambaşka bir yazı olmaya başladığı için devam etmiyorum.--


Şimdi, bireysellikle kurtulamayacağımızı gördük. İnsanız, insan gibi muamele görmek istiyoruz. Doktorundan, polisinden, memurundan, hakiminden ve tüm bunlar da birbirlerinden. Devlet baba değil artık bizim için, bizi sömürmesin, bize yalan söylemesin, bizi aldatmasın istiyoruz. Görüyoruz, duyuyoruz, biliyoruz ve konuşuyoruz artık. Bir insanın kafasının açık veya kapalı olması ile ilgilenmiyoruz, bu onun hayatı. Bizim hayatımıza müdahale ettiğinde, bizi ötekileştirmeye çalıştığında başlıyor sorun. İşin acı tarafı, biz onun insanca yaşama hakkı için de konuşuyoruz. Ama bu kadar koyun olmasını sindiremiyoruz. Umudumuz kırılıyor. O değişmeden, değişmeyecek bu baskılar biliyoruz. Sakince bekliyoruz. Canının yanmasını, 30 Mayıs 2013'ten daha kalabalık sokağa döküleceğimiz günü bekliyoruz. Gecenin bir vakti "Sevgilim uyan. Başladı!" diyerek, yüzümüzde kocaman gülümsemeyle ve umutla tencere tavayla yine insanları uyandırıp, ama bu sefer o kadın ile birlikte sokağa çıkacağımız gün gelecek. İşte bu onları çok korkutuyor sevgilim.